26 Haziran 2011 Pazar

Datça'ya Doğru

Yol...Kimine eziyet, kiminin yaşama sebebi. Karasevda gibi...Terketmez gönül verenini. Gitmeyince, sarar bedenini. Yemekten zevk alamazsın, alışverişten zevk alamazsın, evinde oturamazsın, gökyüzü gri gözükür gözüne, yağmurlar yağar hep içine... En kötüsüde “yol” sevdasını daha keşfedemeyenler içindir. İçindeki burukluğun sebebini bilmez. Sevgilisinde arar, işinde arar, havada arar, suda arar...Ama boşa arar köklerini. Ta ki aracının kilometre saatinde, mesafelerin akarken yüzünde bıraktığı gülümsemeyi dikiz aynasında farkedene kadar.

İşte bende “yol” sevdasına tutulanlardanım. Tüm kış boyunca yol yapmamış olmanın sıkıntısı, yüreğimi kasıp kavururken, vakit kararlaştırıldı. 19 Temmuz 2002. Zafer ki en yakın dostumdur kendisi ve kardeşi Barış olmak üzere tayfa üç kişi. Çadırda konaklayacağız. Bu arada benim “yol faresi”de ilk yol testine çıkacak. Ege’ de hala gitmemiş olup, platonik bir aşk beslediğim Datça’ya uğrayacağımız kesin. Belki sonra Ölüdeniz’e uzanacağız. Buraya kadar net bir fikrimiz var ama Datça’ya giderken nasıl bir yol izleyeceğimiz, her yolculuğumuzda olduğu gibi, arabaya binip, birbirimize “Doğu mu batı mı?” sorusunu sorana kadar belli olmayacak.



19 Temmuz Cuma akşamı saat 22:00 gibi yola çıktık. Çanakkale üzerinden gideceğimizi kararlaştırdıktan sonra depoyu ağzına kadar doldurup, Joe Cocker’ı da kasetçalara sürdük. Tekirdağ köftecilerinden birine vardığımızda vakit 01:00 gibi. Köfteleri mideye indirdikten sonra tekrar yoldayız. Gece hiçbir zaman zevk vermemiştir bana bu Tekirdağ yolu. Ama Çanakkale’ye dönüşün olduğu kavşaktan sonra işler değişir, yol değişir, hava değişir. Karşı yakaya Gelibolu’dan geçmeye karar veriyoruz. Fazla beklemeden arabalı vapura biniyoruz. Yol akıp gidiyor. Sağım, solum bulutların arasından hayal meyal görünen ay ile aydınlanan tarlalar. Yukarıda yıldızlar ki hep beni izliyorlardı bugüne kadar. Bilemedim onları onikisinin dışında. Oysa onlar değil oniki, onikibindende fazlaymışlar. Şimdi, gözlerimden yansıyıp, beynime kazınıyorlar. Bir daha unutmamam için yerlerini. Şafak söksün artık.



Kaz Dağlarından geçiyoruz. Çam sıcağı var etrafta. Açız olabildiğince. Kahvaltı yapmak lazım. Yeşilyurt köyü sapağında, ufak bir yer görüyoruz, yanında çeşmesiyle. Ustaya soruyor Zafer “Kahvaltı var mı?” Herkes susmuş, cevap bekliyor. Arabanın iyice ısınmış egzozundan çıkan ritmik ses, henüz daha kaynağına yakın olan çeşmeden akan suyun sesiyle, ustanın “evet” cevabına karışıyor. Herkes mutlu. Oturuyoruz büyücek bir masaya. Önce ekmekler geliyor. Domates, beyazpeynir,z eytin…Yeşilyurt’un müthiş zeytinyağı gezdirilmiş her tabağın üstünde ve her tabak orman kekiğiyle süslenmiş. Bal, tereyağ. Çayda geldi. Ustaya “menemen” diyoruz. Usta “Arzular şelale” deyip, mutfağa yöneliyor. Menemende geliyor. Ala…




Bu tabaklar ne zaman bitti, ne zaman açtık biz, gün ne zaman doğdu? Söz veriyoruz, dönüşte yine buradayız. Yeşilyurt’u bırakmayıp içine giriyoruz köyün. Burası bildiğiniz köylerden farklı. Büyükşehirlerden kaçanlar burada alternatif bir yaşam biçimi başlatmışlar kendilerine. Sadece Türk değil, yabancılarda var. Tepelere doğru çok kaliteli hizmet sunan kafeler ve oteller var. Öngen Otel’de bir kahve içmek için içeri giriyoruz. İnsanlar hala uyuyor. Kendimize birer kahve alıp, tepeden, tanrıların görüş açısından vadiyi ve uzaklardaki denizi seyrediyoruz.


Ayvalık’a doğru ilerliyoruz. Daha sabah, daha gün bebek, deniz kıpırdamamış gece boyu. Kimse yok sahil boyu. Kendimi denize bırakıyorum. İlk kavuşmamız gerçekleşti Ege’yle. Gün boyu uyumamanın verdiği yorgunluk hissettiriyor kendini. Cunda adasına geçip, adanın arka tarafında bulunan Ortunç’taki Ada Camping’in şezlonglarına atıyoruz kendimizi. Çok nezih bir kamp yeri burası. Karavanda veya çadırınızda çok güvenli bir şekilde kalabilirsiniz. Ünlü tiyatro sanatçılarımızın ve birçok yabancı turistin burada konakladığını belirteyim.

Şezlongda uyuma düşüncemi gerçekleştiremiyorum. Deniz ve yorgunluk uyumamı engelliyor. Saat 16:00 gibi tekrar yola koyuluyoruz. Tek şöför olmam nedeniyle yorgunluk hat safhada. Ayvalık’ta dayımlara da bir selam edip, İzmir’e varıyoruz. Saat 18:00 civarı. Kordonda yürüyüp, birer “kumru” yiyoruz. Ülkemizin diğer şehirlerinde gördüğümüz kumrunun memleketinde, yemeden olmazdı. Gece konaklamamızı Bafa Gölünde yaparız diye düşünüyorum. Yıllar önce Bafa’dan bisikletle geçerken çok şirin bir kamp alanı ile karşılaşmıştım. Amacım çadırı orda kurup geceyi geçirmek. Fakat iki gündür uykusuzum ve artık direksiyonu tutacak halim yok ve hiç yol tecrübesi olmayan Zafer’e Söke’de arabayı veriyorum. Hüseyin Amca’nın gölün kenarındaki lokantasına geldiğimizde saat 24:00 civarı. Hüseyin Amca kamping olayını artık kapattığını ama bize bahçesinde yer olduğunu söylüyor. Çadırı yirmi dakikada kurup içine girdiğimizde ben hemen uyumuşum. Şafak sökerken çadırın kapısından, gece yorgunluktan göremediğim müthiş göl manzarasına bakıp “Muhteşem” dediğimde, birinin de “evet, gerçekten harika” dediğini duyuyorum. Meğer sadece ben uyanmamışım. Barış gölün o manzarasına şafakta bana eşlik ediyormuş. Sonradan öğrendiğime göre hiç horlamayan ben, o gece yorgunluktan kafayı koyar koymaz horlamaya başlamışım ama beni uyandırmaya kıyamayıp, katlanmışlar gürültüye. Sabah göl kenarında muhteşem bir kahvaltı daha ediyoruz. Hüseyin Amca’ya teşekkür edip yola koyuluyoruz. Artık hedef Datça. Chris Rea tüm yaz, yol ve aşk parçalarını sıralarken biz Marmaris’i geçip Datça yoluna giriyoruz.



Datça yolu daha önceden de bildiğim gibi bol virajlı ve dar. Doğal güzellikte bunla doğru orantılı. Fakat yol yapımı hat safhada. Her ağacın arkasında bir iş makinesi. Yolun bazı kısımları iyice genişletilip otoban yapılmış neredeyse. Datça’daki yaban yaşamı bu çok etkiliyor. Yarımadada bazı doğal bölgelerin birbirleriyle, yol ve yerleşim yerleri yüzünden bağlantısının kopması, kendini bugüne kadar insanoğlundan uzak tutabilmiş yarımadanın geleceğini kötü yönde etkileyecek. Datça’ya gelmeden yolun solundaki Aktur tesisleri mavi bayrağıyla hizmet veriyor. Oldukça iyi bir tesis. Bundan sonraki Orman İşletmelerinin yeri ise ucuz olduğundan genelde dolu. 70 km.lik yol bitmek bilmiyor, doğal güzellikleri de... Datça merkeze vardığımızda, Ilıca Kampinge çadırımızı kuruyoruz. Merkeze yakın, nezih, ucuz, yanında kükürtlü göl, plaj önümüzde, komşularımız İtalyan. Ala...



Datça adını “stadia” kelimesinden alıyor. “Durağan” manasına gelen bu kelime zamanla “Dadya” olmuş. Sultan Reşad döneminde “Reşadiye” adını alan yarımada 1928’de Datça adına kavuşmuş. Nüfusu kışları yaklaşık 15.000. Oksijeni en bol yerlerden biri bu fani dünyada. Sürekli esen rüzğarı sörf için ideal. Balığı, bademi,balı,inciri ünlü. Ha birde salyangozu. Datçalılar “karavilla” diyorlar. Özellikle şubat sonu toplanan salyangoz, pişirilip, yeniyor. Tatmayı çok isterdim ama kışın bulunabiliyor. Hemoroide iyi geldiği söyleniyor.



“Bük” Datça’da ufak koylara verilen bir ad. Yüzlerce hatta bini buluyor sayıları. Hepsi ayrı güzellikte, ayrı sessizlikte. Hayıtbükü, Palamutbükü, Domuzbükü, Kızılbük...Aklınıza gelen her isme bir bük ekleyin, Datça’da mutlaka vardır. Deniz hepsinde, hiç görmediğiniz güzellikte. İsterseniz bir bükte sadece kendi başınıza olma imkanınız bile var. Sadece senin cennetin. Başka ne istemiştin ki bu sonlu hikayeden. Güneş aydınlattı gününü. Sana yetebilecek kadar toprak verdi Tanrı. Önünde ışık oyunları oynayan deniz, karnını da doyurur acıktığında. Zamana yetişmek gibi bir sorununda yok. E o zaman bu acelen ne insanoğlu, bu hırsın niye? Aklım oyunlar oynuyor bana, sıcak kumların üzerinde yatarken. Datça’nın hiç dinmeyen rüzğarı, yelpaze sallayan huriler misali. Bir ara saat kaç ki diye soracak oluyorum kendime. Vazgeçmem öbür dalganın kıyıya vurmasını bile beklemiyor. Saf mutluyum.



Eski Datça kıyıdan biraz içeride. Taş evler, begonviller, badem ağaçları, köy kahvesi. Biraz ileride “Can Yücel” sokağı. Dediği gibi “elimle koymuş gibi buldum” Datça’yı. Yarımadanın ucuna doğru giderken Datça’nın havasının ne kadar sıhhatli olduğuna dikkat çeken bir efsaneden bahsedeyim. Emecik Dağı yanındaki Emecik köyünün karşısındaki Sarı Limana zamanında korsanlar cüzzamlı hastaları bırakırlar, ölsünler diye. Cüzzamlılara ise buranın havası iyi gelir, iyileşir ve Emecik köyüne yerleşirler.




Knidos, yarımadanın tam ucundaki antik kent. İ.Ö 7.yy civarında Dorlar tarafından kurulmuş. İlk arkeolojik çalışmayı İngiliz Sir Charles Newton yapıp, her zaman olduğu gibi kıymetli parçalarıda Londra’ya götürmüş. Knidos bir antik kentten çok öte. Anlatmaktan öte, gören gözden öte...




Gece oluyor, Datça’nın merkezine yürüyoruz. Gece hayatını sevenler için birkaç mekan var. Klasik turstik eşya satıcıları. Bizi çekmiyor. Sahile iniyoruz. Şezlonga uzanıyoruz. Rüzğar hiç dinmedi ama asla rahatsız edici değil. Herkes kendi rüyasına dalıyor. Uyuyoruz.




Ertesi sabah tekne ile bükleri dolaşmak üzere bir tura katılıyoruz. Tekne ne büyük ne küçük. Kalabalık değiliz, yolcular bilinçsiz turist değil. En üst kata tentenin altına yarı yatar, yarı oturur, yarı uyur biçimde konuşlanıyoruz. Daha sıcak olan böreklerimiz ve buz gibi suyumuz. Ala...


Gördüklerim halüsinasyon mu? Yoksa deniz, dağlar ve orman birbirleriyle böyle oyunlar oynar mı? Arasıra bükün birinde demirleyip, en üst noktasından denize atlıyoruz. Su soğuk ve o kadar berrak ki her yerde. 20 metre aşağıda balıkların geçtiklerini rahatça görebiliyorsunuz. Aşağıda bambaşka bir dünya. Datça’da denize giren, bir daha başka deniz beğenmez. Başka deniz beğenmez...Sualtına olan ilgi grafiğim Datça’dan sonra yükselen bir trende giriyor. Turun bitmesini istemiyoruz ama gün batıyor ve limana dönüyoruz. Gece plajda muhabbet uzuyor ama dalgaların ninnisi, uykunun kollarına alıyor bizi yine.



Dönüş yoluna başlıyoruz. Üç günümüz var. İlk gün akşama doğru Eski Foça’ya varıyoruz. Çadır kuracak düzgün bir yer bulamıyoruz. Denizi de beğenmeyince, merkeze gelip, Foça’yı dolaşmaya başlıyoruz. Bir tuhaflık var. Foça’dan çok daha fazla şey beklemiştik biz. Durmadan dolaşıyoruz. Yok, yok, yok...Gönül vazgeçme, göz tutunacak bir dal arama çabasında. Bir sokağı dönünce gözlerimizdeki perde kalkıyor. İşte muhteşem evleri ile Foça. Ege’nin diğer ucuna gitmiş gibi oluyorsunuz. Her zaman keşfetmek için bakan gözlerimize ödül mü bu Tanrım? İnsanoğlu burada da uğraşmış. Hiçbir mimari özelliği olmayan beş, altı katlı yazlık apartmanlar burada da var. Gücü yetmemiş daha, Rumların her bir köşesi ayrı estetiğe sahip, taş evlerinin Foça’ya hakim atmosferini bozmaya. Manisa kebabı yiyoruz. Salata, yoğurt, küçük kebap tadındaki köfte ve altında pide ile. Limanda oturuyoruz. Önce İyonyalıları görüyorum, Cenevizliler Yeni Foça’ya doğru ilerliyorlar. Ya şu??? Odysseia kendini gemi direğine bağlatmış, Sirenlerin büyülü ezgilerini dinliyor...



İkinci günün gecesi Cunda’da kalıyoruz. Tüm gece yağmur yağıyor. Çadırın içinde yağmurun sesini dinliyoruz. Toprağın kokusunu hafızamıza kazıyoruz. Sabah kalkıyoruz. Güneş son kez doğuyor bugün. Şirin bir köy pazarından alışveriş ediyoruz. Kazdağları’na varıyoruz. Usta’ya selam edip, oturuyoruz masamıza. Ritüeli eksiksiz tamamlıyoruz. Çanakkale Boğazı’nda kendimi akıntıya bırakıyorum...



Saat 00:30. Yer İstanbul. Karşımızda Fatih’in yaptırdığı Tophane. Yanımızda Nusretiye Camii, Çaprazımızda Kılıç Ali Paşa Camii. Oturmuşuz. Kimseler yok. Nargilemizin ateşi hala kor. Çay bardağından çıkan duman ile nargilemizin dumanı karışıyor, tarih kokusu karışıyor, anılar karışıyor. Neredeydik biz bir hafta boyunca? 2423 km. yolu nerelerde yaptık? Şu an sahip olduğum huzurun kaynağı sadece yapmış olduğum yol muydu? Yoksa oturduğumuz mekanın mistik atmosferimi bunun sebebi? Herkes uyuyor, İstanbul seyrediyor bizi, biz İstanbul’u. Sorular bitmiyor. Nargilemin, ateşi söndü .Cevap veren yok. Yoruldum, senin gibi. İyi geceler İstanbul. İyi geceler...

BÜYÜKADA GÜNLERİ -1-

"Bu bir içsel yolculuğun arkasındaki Büyükada anılarıdır."


Denizin ortasında, bir o yana bir bu yana yatan vapurun kıç kısmında durmuş denize bakıyorduk. Yağmur çiseliyordu ve aylardan Marttı. Sıkıcı bir iş haftasının üstümüzdeki kalıntılarını yıkıyordu yağmur. Keskin bir yosun ve iyot kokusu vardı.



Vapurun iskeleye yanaşma ritüelleri gerçekleşirken, az sayıdaki yolcu yaz itiştirmelerinden uzak, sabırla bekliyodu. Ada sabır demekti. Sabrı olmayanlar geçici idi. Halat havada süzüldü ve becerikli eller koca vapuru iki hamlede karaya tutundurdu.

İskeleye ayak bastığımızda adada olmanın kanıtı burnuma mührünü vurdu. At dışkısı kokusu...



"Bu,
akşam senin geldiğin vapur.
Hani,
benim seni iskelede beklediğim.
Yalnızlık kasırgasından bir aman almak için,
omzuna yaslanmak istediğim.
Bu,
senin hiçbirşeyden haberi olmayan,
dalgalar gibi bordasına vurduğun vapur."

İlk gençliğimden beri adalar benim için çok önemli idi. Lise yıllarında arkadaşlarla pikniğe gider, şimdi uzağında olduğum o görüntülerde pek bir eğlenirdik. Ne tuhaftır hayatın insana oynadığı. Küçükken meyve aşırırken karşısında duran, kovalayan adam oluveriyorsun büyüdüğünde çocukları..

Bazen de bisiklete atlar adayı karış karış dolaşırdım. Adada yaşamak hayaldi, hatta bir gece kalmak.



Yaklaşık sabah saatleri idi. Açık olan sabah kahvelerinden birine oturup, çıtırdayan sobanın yanında çay içip, kıymalı böreğimizi yedik. Kahvede birkaç yaşlı okey oynuyor, biri televizyon seyrediyordu. Yalın ada vardı karşımızda. Martı çığlıkları, kaşık şıkırtısı ve yağmur sesi...



Saat kulesinin bulunduğu meydana doğru yürüdük, yağmur şiddetini azalttığında. En doğru ulaşım aracı olan bisikletlerimizi kiraladık. Yürümek daha gezmek bitmemişken yorar, faytonla her yere giremezsiniz. Oysa bisiklet öyle midir? Uzun bir yokuşu çıkarken küfürler savurursunuz ama aşağı doğru inerken rüzgar size şefkat dolu sözler söyler.



Saat kulesinin bulunduğu meydanda iki seçenek vardır. Ya Maden tarafına yönelirsiniz ya Nizam tarafı. Biz Nizam caddesine döndük. Burası Maden tarafına oranla çok daha fazla köşkün, lüks konutların ve zenginlerin yerleşkesidir. Dil Burnu’na ve Aya Yorgi’ye doğru yola koyulduk.





"Ada insanını bekler.
Hüzün açar kapıyı,
içeri girersin.
Leylak kokularında yolların,
faytonlar hatır sorar"




Dil Burnu'na vardığımızda biraz yokuş tırmanıp Eski Lunapark meydanına vardık. Burası Küçük Tur’un son noktası. Buradan adanın arka tarafına doğru Büyük Tur'a devam ederler. Ya da Aya Yorgi’ye çıkan yokuşun başındaki lokantada mola verirler. Cesaretli olanlar yokuşu tırmanmaya başlar; bizim gibi. İsteyenler hemen lokantanın karşısındaki eşeklerden kiralayıp eşek üstünde de çıkabilirler.



Elimizde bisikletler yokuşu 30 dk da tırmandık. Kendimizi Yücetepe Kır Gazinosu'nun tahta masalarından birine attık. Buradan adanın tüm çevresini görebilirsiniz. İstanbul sis ve yağmur altında idi. Orada hiç yaşamamış olsam ne kadar sessiz ve sakin bir yer derdim. Bir tablo gibi gözüküyordu. Bu tahta masada oturup şarabını yudumlayan bir ressam çizmişti sanki. Yalova tarafından gelen şilebin, önündeki küçük balıkçı teknelerine attığı uzun bir haykırış da sonsuzluk içinde kaybolup gitti.



Yücetepe adanın en yüksek noktası. Aya Yorgi adında bir kilise mevcut. Efsaneleri meşhur. Yılın iki günü tüm İstanbul burada nerede ise. Kalan günler ise huşu içinde ulaşılmaz biçimde o İstanbul’u seyrediyor.



Bir şişe şarap bittiğinde tüm dertlerimiz de İstanbul gibi sakin ve görünmez oldu. Acaba Bizanslı soylu sürgünlerde, keşişlerin buradaki bağların üzümlerinden yaptığı şaraplardan içip eski günlerini mi anıyorlardı? Yoksa burada olduklarına şükür mü ediyorlardı? Gözlerine çekilen mil olmasaydı, herhalde burası sürgün olarak adlandırılamazdı. Bu güzelliği göremedikleri için çok daha acı geliyordu sanırım. İşte o acı, hüzün ve Bizans rutubetinden asla kurtulamıyor ada. Ama bence adalara bu çok yakışıyor. Sabır, hüzün ve rutubet...



Aslında tüm istediğimiz bir Cumartesi'yi, yağmur eşliğinde şarap içip sucuk yiyerek Aya Yorgi’de geçirip daha sonra bu yaşadıklarımızı aynı döngünün çarkları arasında öğütmekten başka bir şey değildi. İki şişe şarap bitirmiş, 30 dk da çıktığımız arnavut taşlı yokuşu, bisikletlerin üstünde sarsıntıdan titreyerek inmeye başlamıştık. Hoş da bir şarkı tutturmuş, seslerimiz sarsıntıdan titreyerek meydana doğru iniyorduk.



Maden tarafından iniyorduk ve güzel evlerin arasından süzülüyorduk. Uzun zamandır artık tek başımıza bir eve çıkmanın hayallerini kuruyor sonra maddi imkansızlıklar yakamızı bırakmadığından bu hayali gerçekleştiremiyorduk. Evlerin arasından geçerken burada oturmanın ne güzel olabileceğini düşünmek bir hayalden öteye gidemez diye düşünüyorduk.



Meydana vardığımızda bisikletçinin hemen yanındaki emlakçıya ikimiz birden daldık. Sonradan adını öğrendiğimiz emlakçı Erol abi tam size göre bir ev var deyip bizi faytona bindirmesi ile evde bitmemiz bir anda olmuştu. Ne oluyordu?



Maden tarafında, Mimoza adlı sokağın yokuşunu hafif tırmandıktan sonra 6 numaralı evin bahçesinden içeri girdik. Cennet gibi idi; ağaçlar, güller...Üç katlı bir evdi. Merdivenlerden çıkıp çatı katının kapısını açtığında Erol abi, dilimiz tutulmuştu. Hele bir de terasa çıktığımızda söyleyecek söz kalmamıştı. Çok beğendiğimizi belli edip fiyatı indirmeyi düşünememiştik bile. Sarhoş cesareti ve manzaranın güzelliği karşısında sadece “tamam” diyebilmiştik. Kaporayı verdik ve haftasonu buluşmak üzere sözleştik.






Vapura binmiştik. Birbirimize bakıp gülüyorduk. Kimse inanamayacaktı, biz bile...



Mahpiuluta – İlker Torun

Bahçeden...

Uzun zamandır bahçeyi ihmal ediyorum. Bu sene gerek mevsimin geç dönmesi gerek üşengeçliğimden sebze ekimini geç ve eksik gerçekleştirdim. Haziran sonu olmasına rağmen domates, biber ve salatalık boyları hala çok kısa.
Biberiye, kekik, mercanköşkü, adaçayı, lavanta, ıtır ise coşmuş durumda. Biraz budama yapmak durumundaydım. Budadığım kısımları için aromalı zeytinyağı yapımında ve kurutarak değerlendirmek istedim.
Itır, kekik, mercanköşkü, biberiyeleri yıkayıp, 450 cc lik kavanozlara zeytinyağı ile bastım. Sadece 2 gün sonra bile, özellikle ıtır müthiş bir aroma verdim. Itırın mor açan çiçeklerini bolca kullandığım için bu etkiyi verdi sanırım. Mercanköşkünden çok umutlu olmama rağmen tadını beğenmedim. Bir de hava ile temasını kesmek çok önemli yoksa kavanozun içinde otların açıkta kalan kısımları bozuluyor.
Bahçede bulunan dut ağacının üzeri erik büyüklüğüde dutlarla kaplandığından ve kimse toplamadığından ne kadar üstünden yesek de yere düşüp ziyan oluyordu. Ben de bir kısmını kurtarmaya karar verdim. Bir torba kadar toplayıp, reçel yaptım. Az şeker koyduğum için suyu akışkan oldu. Ama meyvesi çok bol olduğu için bu etki çok sırıtmıyor. Tadı ise harika...

23 Kasım 2010 Salı

Yedigöller-Gecenin Ardında



Şehirden kaçmak...Ne pahasına olursa olsun.
Şehir adı arkasına gizlenen kapitalizm ve emek sömürücülüğü, saklandığı albenili maskesinin ardında gözlerini bir an için kapadığında kendimizi Bolu yollarında bulmuştuk.
Sislerin ardında, bize kucak açan dağların arasında daha yükseğe ve daha yükseğe doğru ilerlerken adı ağza alınmayacak kelimelerin arasında idi maskenin sahibinin adı.

Yedigöller'e ulaşmak için 40 km lik toprak, stabilize karışımı yolda ilerlerken gece de bizimle birlikte ilerliyordu. Cep telefonları çekmiyordu. Hatta haftasonu boyunca çekmeyecekti ki benim için bir nimetti. Mucize idi.
Bir saattir yol alıyorduk. Tahminlerime göre 7 km kadar kalmıştı ki Mete ve Oktay, Mete'nin cipi ile yol kenarında durmuş, bizi karşılamaya gelmişlerdi.
Ateşi yakmak ve etleri pişirmek için 20 kişi beni bekliyordu. Gölevi'nin yanına aracı bırakıp eve girdiğimizde aslında çevremizin nasıl bir yer olduğu hakkında, karanlıktan ötürü bir bilgimiz bulunmuyordu.


Sabah erkenden kalktığımda gördüğüme inandım evet inandım ve dolaşmaya başladım masalın sayfalarında. Sonbahar, hüznünü teskin etmek isteyen güneşe inanmıştı. Göl durgundu. İnsanlar fotoğraf çekmek için türlü türlü şekillere giriyor ve herkes o karelere saygı için birbirini kolluyordu. Oysa zaten o düğmeye nasıl basarsanız basın doğa size çok güzel bir fotoğraf oluyordu.















Büyük renkli bir masada yaptığımız sabah kahvaltısının ardından, etraftaki diğer göllere de bakmak için gözlerimize yardım etti ayaklarımız. Ve medeniyetsizliğin ne kadar güzel olduğunu gösterdi bize göller, yapraklar, güneş, akan dereler...









Ne zaman koşsak ve gelsek yanına, hiç üzmedin sen bizi. Ama bir gün de vakit gelip dönmek zamanı geldiğinde, sakla bizi maskeli balolardan ey Doğa Ana...Gönderme geri...






28 Mayıs 2010 Cuma

Düş Tarlaları

Yağmur değdiğinde toprağa...ortalığı sarmalayan kokunun verdiği mutlulukla fark ettim ki; artık gerçekten Düş Tarlaları'nı kurmuşum.

Bir yanda domates, biber, salatalık, patlıcan, kabak, sarmısak fidelerim...
















diğer yanda adaçayı, biberiye, melisa, kekik, roka, kıvırcık, maydanoz, mercanköşkü ve lavantalarım...

Bu sene hiç erik almadık, bahçedeki yüce erik ağacı sayesinde..
Maydanoz ve dereotuna para vermedik...
Taze sarmısağı her hafta annemlere götürmeme ve komşuların yemesine rağmen eksikliğini çekmedik...
Kekik, biberiye ve adaçayı sıkıntımız yok...
Dut yolda...Ceviz büyümeye devam ediyor...İncir bu sene az olacak muhtemelen; budanan dallar yüzünden...

Yoldayız...Yürüyoruz...Sabırla ve Aşkla...

23 Mayıs 2010 Pazar

Ormanın Derinliklerinde


19 Mayıs 2010

Terkos'un doğu-batı-güney doğrultularında yaptığımız keşif gezilerinden sonra sıra ormanlarının derinliklerine gelmişti. 19 Mayıs 2010 günü Adalet, Sevil, Mahmut, Mehmet ve ben Celepköy mıntıkası kuzeybatı yönünden göle doğru inişe geçtik. Daha önce yaptığım ön keşif kışın olduğu için toprak örtüsüzdü. Bu yürüyüşte ise her yeri dikenli sarmaşıklar kaplamış. Yönü bulmak zor değil ama ilerleyecek yolu bulmak zaman alıyordu. Önümüzde daha yeni geçmiş bir domuz sürüsü olduğu bilmek de ayrı bir heyacandı. Zaman zaman sürünerek ve dahi bataklıklardan geçmek zorunda kaldık.

1,5 saat sonra göl kenarındaki düzlüğe inebildik. Sol tarafta iki kadın ellerindeki çapalar ile bir ritim tutturmuşlardı. Köpekler davulları çalıyordu, yabancılar topraklarına girmişti. Sağ tarafta oluşan gölcükler vardı. İki adam birşeyler arıyordu. Yanlarına gidip selamımızı verdik. Gölcüğe saatlerini düşürmüşler, onu arıyorlamış. Kazlar ve ördekler bir o yana bir bu yana salınıyordu.

Geniş bir u çizerek arabayı bıraktığımız ve başladığımız yere dönmek için birkaç soru sordum, kendimizi Deli Şaban'a yetişmek için ormanın derinliklerine dalarken buldum.

Deli Şaban buraya göç etmek zorunda kalan 60'lı yaşlarında bir delikanlı. Kızı küçük yaşta kocaya kaçmış, bir şekilde hapis yatmış, evi depremde yıkılmış. Tüm darbeleri aldıktan sonra kaçacak yer olarak buraya ablasının yanını bulmuş. Hayat ona yaşanacak onca acı vermiş ki...O da burada ayaklarını toprağa basarak acılarından kurtulmaya çalışıyor...




Ormanın içinde su kenarında bir kulübeye vardık. O yapmış; son sigarasını yakıp anlatmaya başladı. Domuz avlarmış, tanesini 50-100 tl den alırlarmış. Teknesi orada değilmiş olsa bizi Terkos'ta gezdirirmiş. Benim işim yok diyor..Bu dağlarda gezerim...

Karşı yani kuzey yönüne bakıyoruz. Çok derin bir orman. İçimde yanan keşif duygusu ile soruyorum, "geçiş tamamen yasak mı" diye? "Biz bazen gideriz" diyor, "jandarma içeri bırakmaz".

Birkaç zaman önce kum çeken gemiler yüzünden göl ile deniz birleşmiş, göl denize akmaya başlamış. Taş getirip dökmüşler açılan kanala..

Her köylü gibi o da define ararmış. Bize birkaç taşın üzerinde Yunanca yazı olduğunu söylüyor. Taşlara baktığımızda ise zamanla doğanın oynadığı oyunlar olduğunu görüyoruz.

Yol ayrımına geliyoruz. Tekrar görüşmek üzere vedalaşıyoruz. Biz başka bir patikadan göle doğru inmek üzere yürüyüşe geçiyoruz.



Göl kenarında geniş çayırlar var. Yer yer bataklık durumda. Hemen ileride de dik falezler oluşmuş durumda. Havada gri bulutlar dolaşıyor. Çayıra uzanıp sessizliği dinliyoruz, araya kuşlar giriyor.

Son etaba geçiyoruz. Önceki keşif gezilerime göre bulunduğumuz yerden güneye doğru çıkmamız gerekiyor. Yine derin ormana giriyoruz. Her tarafım kaşınıyor ve çizikler içinde. Kantaron yağından sürüyorum hemen. 1 saat sonra arabanın bulunduğu toprak yola çıkıyoruz.

Fazıl abiyi arayıp turnaları hazırlamasını söylüyorum. Doya doya balık ve salata yiyoruz göl kenarında.




Çayı unutmayıp Yazlık'ta ki kahvede demli mi demli çayları yudumluyoruz.

Akıllarda kalan Deli Şaban'ın sözü;

BENİM İŞİM BU DAĞLARDA GEZMEKTİR...

9 Mayıs 2010 Pazar

Safını Belli Et !
















07 Mayıs 2010...

Çatalca Celepköy gezisi.

Tilkiler, kuşlar, ayılar, böcekler, ağaçlar...

Hırsına yenik düşmüş insanoğlunun yaşam alanlarını ellerinden almasını çaresizce izlediler yıllardır.

Koca Belgrad Ormanı'nın Istrancalarla bağlantı koridoru 20 yılda yokoldu. Şimdi bir tilki eğer kaldı ise Belgrad Ormanında, kalkıp da Istrancalar'a geçemez. Çünkü şimdi orada insanoğlunun yaptığı evler var, yazın kalacağı...Ağaçları kesilmiş, dereleri zehirlenmiş.

Diyorlar ki o tilkinin kaldığı son ormanları da yokedeceklermiş. Diyorlar ki 500.000 ağaç kesilecekmiş İstanbul'da. İnsanoğlu daha rahat ve kolay geçsin diye diğer yakaya.

Ya tilkiler, ya sincaplar, ya geyikler, ya kuşlar nasıl kavuşacak sevdiklerine?

Bu maksatdan hareketle en azından kendimizce bir hareket başlattık. Her konakladığımızda, her yürüdüğümüzde, her pikniğe gittiğimizde, her dağa çıktığımızda, her denize girdiğimizde etrafta toplayabildiğimiz kadar çöpü toplayıp yerel belediyenin çöp konteynırlarına bırakacağız. Belediye konteynırı olması önemli. Çünkü yerel halk çöpünü doğaya acımasızca bırakabiliyor. Belediyenin bu çöpleri ayrıştırdığı ve dönüştürdüğünü ummaktan başkaca yapabilecek birşey yok şu an elimizde.

Safımızı belli etmemiz gerekiyor. Karınca gibi. Doğaya çöp atan varsa, toplayan da olsun.

Safını belli et !


Not: Bu fikiri sadece ben uygulayacak olsam bile Likya yolunda patikadaki pet şişeleri toplayıp fikir babalığı eden Taner'e teşekkürü borç bilirim. Sağolasın...

"Zamanın birinde Hz.İbrahim Nemrud tarafından günlerce önceden hazırlanan dev ateşin ortasına mancınıkla fırlatılacak ve hayatına son verilecektir...Bu haber o civardaki varlıklara hemencecik yayılır..Ve bir karınca görünür Babil'in tozlu topraklı yollarında...Ağzında da bir damlacık su ile ateşe doğru ilerlemektedir..

Bu olayı gören biri hemen karıncanın yanına yaklaşır ve sorar:

- Ey karınca! Nereye gidiyorsun? O ağzındaki su damlacığını ne yapacaksın?

- Hz.İbrahim'in atılacağı ateşe doğru gidiyorum..Bu ağzımdaki su damlacığını O'nun atıldığı ateşi söndürmek için kullanacağım.

Bu sözleri duyan kişi hayretler içinde kalarak:

- Şu bir damlacık su ile mi Hz.İbrahim'in ateşini söndüreceksin?

- Evet Hz.İbrahim'in ateşinin bu bir damla suyla sönmeyeceğini ben de biliyorum..Ama ateşi söndüremesem de safımı belli edeceğim..."

SAFINI BELLİ ET !
DOĞADA GÖRDÜĞÜN ÇÖPÜ TOPLA !