.jpg)
Bir yaz ikindiüstü, bir yaz akşamaltı. Gün, akşama kavuşmak
için son adımlarını atıyor. Yorgun ama huzurlu. Güzel bir yemek üstüne bir
tatlı yemek ister gibi. Adımları ne hızlı ne yavaş. Ustalar eve gidip, kadınlarının yaptığı salçalı soğanlı
yemekleri yemeden önce çocukluklarına dönmek istiyor. Ceplerini karıştırıp,
bozuklukları bana veriyorlar. Asmadaki üzümler henüz koruk ve bana bakıyorlar. Gün akşama varmadan bakkala ulaşmak için karşıdaki hanın
köşesini koşarak geçiyorum. Joe bana katılıyor, havlamayı ihmal etmeden.
Sokaktaki kimse şu an bana sataşmaya cesaret edemez. Zaten bakkal hemen sokağın
sonunda. İçeri dalıp kırmızı bisküvi kutularını geçiyorum. Solda
asılı mavi, sarı, beyaz; üzerinde siyah meridyen olan toplardan tabii ki beyaz
üzerine siyah çubuklu formayı seçiyorum. Benim Beşiktaşlılığım doğuştan. Ne
anamdan ne babamdan. Babam ve hastalık derecesinde Fenerbahçeli olan dayıma
rağmen.Sana bakkala parayı vermeden önce nasıl Beşiktaşlı olduğumu
da anlatayım sevgili sosyal medya kullanıcısı. Bak, burada başka bir patikaya
girip sana buraya nasıl geldiğini unutturabilirim. Ama geldiğimiz yeri
unutmayalım diye bir kerteniz bırakacağım.
Yazmak, Beşiktaşlılık gibi içimden gelen bir tutku.
Yazdığımı, ürettiğimi paylaşmazsam topal kalıyor duygularım. Bir kitapta
toplamayı düşündüm, sonra dedim ki kitabı artık alıp okuyan yok. Ha bir de geri
dönüşünü alman da zor. Oysa yazar, şair, ürettiğinin beğenildiğini duymak istiyor.
Önce yakın çevreme gönderdim. Ne güzel yorumlar, tepkiler... Ama yetmedi. Sonra
bir blog açıp oraya koymaya başladım. Sonra, sonra o da yetmedi. Sosyal medyaya
koyayım dedim. Şu an tam olarak nasıl olacak bilmiyorum. Ama sen, yani sen,
beni okuyan, muhtemelen bana oradan ulaşmış olacaksın.
Şimdilik bu kadar deyip bir önceki sokağa geri dönelim.
Nasıl Beşiktaşlı oldum? Bu sefer gün, hayatı geceye teslim etmiş. Ustalar salçalı
yemeklerini yemişler. Tek tatil günü olan Pazar günü, tüm futbol maçları
oynanmış. Tek kanal olan TRT’de ligin puan durumu yayınlanmıştır. Ülkenin bütün evlerinde babalar, oğullarını yanına almış;
zorla tutturdukları takımın sıralamadaki yerini gururla ya da üzüntüyle
seyrediyorlardır. Babamla ben de o ekrana bakarken ve daha henüz hangi takımı
tutacağımla ilgili bir hikâyem olmadığı için, takımsız olan bana babam soruyor:
“Seç takımını.”
Yani kendisi Fenerbahçeli olan babam, bana bu hakkı tanıyor.
Benim sonra kalan hayatta kendi isteklerimi gerçekleştirmem için daha büyük bir
mesaj olabilir miydi? Ya da benim kendi isteklerimi ertelemek gibi bir hakkım
olabilir miydi? Benim koca yürekli babam, oğluna o yüreği aktarmanın yolunu
nasıl da bulmuştu. Şimdi babamı kaybetmenin üzerinden henüz çok geçmemiş bir
oğul olarak bu noktada, ağlama hakkımı kullanıyorum. Ve sen de eğer babanı çok seviyorsan ve baban hayattaysa
git, ona sarıl. Uzakta ise, yine de git sarıl.
Neyse... Şu an başka bir patikaya girersek kaybolabiliriz. Ben gidip dördüncü sırada olan Beşiktaş’ı seçiyorum. Babam
bir kez bile sormuyor. O gün bugün, yenilse de yense de Beşiktaşlıyım. Bakkala parayı verip Joe, ben ve beyaz üzerine siyah çizgili
topla dükkanın önüne koşuyoruz. Topu gören tüm ustalar, topu atmam için bağrışıyorlar. Topa
ilk tekmeyi ben vuruyorum. Dükkanın gri kapısı boydan boya kapalı. En üstünde içeri
ışık girsin diye sıralanmış küçük dikdörtgen camlardan bazıları kırık. Babam kızmaktan usanmış. Çünkü bazen sert şutlar bazı
camları kırıyor. Muhtar Bekir eve gidecek, Joe’yu çağırıp muhtarlığın
kapısını kilitliyor. Giderken kendisine topu atmamızı söyleyip yamuk bir şut
çekiyor. Hanın içine kaçan topu almak bana düşüyor. Akşam artık güne gitmesini söylüyor. Koruklar ekşi. Eve
giderken bir tane koparıp ağzıma atıyorum.
Beyaz üzerine siyah çizgili topu diğer sokaktaki çocuklar
istiyor. Vermiyorum.