2 Eylül 2012 Pazar

İşgal Altında !

Ruhumun Endülüs'ten İstanbul'a, İznik'ten İsfahan'a, Patagonya'dan Arjantin'e, Porto Rico'dan Vancouver'a bütün şehirleri işgal altında ey okur !

Bütün kalemlerim kırılmış, bütün zamanlarım çalınmış, oğlumun yanağını okşayacak ellerim bağlanmış, gözlerime miller çekilmiş, ayaklarım yollarını unutmuş...
Yaşadığım günler ıstırap olmuş. Hayallerim dipsiz bir kuyunun içinde üstüne taşlar atılmış...
Sokaklarım ıssız, bulutlarım kısır...

Ruhum işgal altında ey okur !

Şimdi ne yapmalı? Bu esaret altında, gözler önde esirliği çekmeli mi? Bazen yapmıyor değilim hani? Gözyaşlarım içime aka aka göller oluyor, adalar oluşuyor, yalnız başlarına... Robinson'lar yaşamaya başlıyor. Ve sonra herşey yeniden başlıyor...

Sonra...Sonra o Robinson'lar birbirlerini görüyor...Ruhumun bütün adalarında ve göllerinde yalnız olmadıklarını anlıyorlar...Birleşiyorlar, güçleniyorlar...Ve şöyle sesler duyuyorum uzaklardan...özgürlük...özgürlük...

Sonra...Sonra...Baş harfleri büyüyor...Özgürlük oluyor...Özgürlük...

Bir kalem çıkartıp geliyor biri eski sandıklardan. Yazmaya başlıyorum...Alacakaranlıkta uykumdan uyanıp yazmaya başlıyorum...Elimin birinin bağı çözülüyor, oğluma dokunuyorum...Gözlerim bulanık da olsa görüyor... Yürümeye başlıyorum karanlıkta...Çekiç sesleri geliyor bir sokakta, bodrum katında...Kılıçlar dövülüyor özgürlüğe...

Biri taşları çıkarmaya başlıyor hayal kuyusundan...Derken Endülüs'te bir sufi bir şarkı zikrediyor ve bir İspanyol kardeşim gitarının tellerine hiç olmadığı kadar asi vuruyor...Derken korkuyorlar bizden...İkinci harfi de büyüyor...ÖZgürlük...

Aman vermeden...Susmadan, susturulmadan...Hayal etmeyi bırakmadan...Geceleri yürümeyi unutmadan...Tüm Robinson'lar ve adalar ve göller için...İçimizdeki tüm yalnızlıklar için...İsfahan ve Granada için...Kayıp zamanlar ve hikayeler adına....En önemlisi ÖZGÜRLÜK adına !

İşgal bitsin ey okur !

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Hoşgeldin !



Vadinin tabanında gözlerim yeşilden kamaşmıştı. Kuş seslerinden kulaklarım başka sesleri ayırt edememeye başlamıştı. Nerede olduğum hakkında bir fikrim yoktu. Yönümü bulmak imkansız.
Geçmiş zamanla şimdiki zaman arasında gidip gelmelerim bana vakit kaybettiriyordu. En kısa zamanda çevredeki en yüksek noktaya çıkıp gözlemlemeliydim.
Karnım aç. Soğuğun ve dikenlerin kestiği derimi hissediyorum. Oysa yara ve acı yok iken orada mı farkında değildim. Yokluğu bilmek lazım varlığı bilmek için.
İşte...Az önce muhteşem bir gölün kenarında imişim. Orada bu tepeyi özlüyor ve hedeflerken, şimdi aşağısı ne kadar cezbedici. Uzak olan istenir, ben de şimdi keşke orada kalsaymışım diye düşünürken güneşin yollanmaya başlaması ile irkiliyorum.

Tepenin arka yamacından ve keskin taşlarla döşeli patikadan koşmaya başlıyorum. Yaban domuzları gibi özgür ve hoyratça koşuyorum. Engellerden sağa sola dönerek, üstüne basarak, çarparak geçiyorum.

Dizlerim tutmamaya başladı, her an düşebilirim. Sazlıklarla dolu bir düzlüğe geldim. Sanırım göle doğru giden su kanalları. Dikkat etmezsem çamura saplanabilirim. Mümkün olduğunca sazlıklardan uzak, ormana yakın yürüyorum. Hava karardı kararacak. Burnuma is kokusu geliyor. Birileri odun yakıyor. Allahım herkesin aksine, tezek ve is kokusuna bayılırım. Uzaktan köpek sesleri geliyor...

Yaklaşıp bağırıyorum kazanın başında tahta sopa ile kazanı karıştıran teyzeye.
Köpeklere eliyle sus işareti yapıyor. Yüzünde bir gülümseme ile buyur ediyor. Tahta verandanın altında 3 orta yaşlı teyze daha oturuyor. Oturmam için sediri gösteriyorlar. Aç olduğum her halimden belli olacak ki duvardaki ufak bir dolaptan, bir bez yumağı çıkartıyor. Bezi açınca mis gibi ekmek kokusu sarıyor bedenimi. Sağımda kalan, hepsinden daha yaşlı gözüken teyze ufak bir kapta bir şey getiriyor önüme. Diğeri ise kaynayan kazana kepçeyi daldırıp simsiyah ve yoğun sıvıdan bir kaba dolduruyor.

İkisi de yerde duran üzeri yıllanmışlıktan nerede ise söze gelecek masaya geldiğinde, kadınların dut pekmezi kaynattıklarını anlıyorum. Bana tahin pekmez getiriyorlar. Sanki tatlı ve kısa bir uykuya dalmış da uyanmış gibi gözlerimi açıp, ağzımı kapıyorum 15 dakika sonra.

Ateşin üzerindeki simsiyah çaydanlıktan bardaklara çay dolduran adamı ilk defa görüyorum. Kadınlarla bir iki kelime konuşuyor ve bana doğru yaklaşıyor.
- Hoşgeldin


3 Mart 2012 Cumartesi

İ Z N İ K - 1

Kış, kar, soğuk, karanlık...İznik'e doğru ilerliyoruz. Yerler kaygan. Araba kaymasın diye en fazla 60 km hız yapıyorum. Poyraz arabada bir türlü susmuyor. Orhangazi sapağından Nicea yoluna döndüğümde karanlık bir kat daha artıyor. Hiçbir şey göremiyorum...









Sanırım sağımız solumuz zeytinlik.. Tabelaları okumaya gayret ediyorum, bir yandan Poyraz’ı susturmak için birşeyler yapmaya çalışırken; tabela yok.  Köye doğru çıkıyoruz. Kalacağımız yerin göl kenarı olması lazım ama tabelaya rastlamadım. Köy girişinden dönüyoruz. Tayfun Bey’i aramaktan başka çare yok.


Tayfun Bey yolu tarif ediyor ama birkaç kez 1 km uzunluğundaki yolda yine de gidip gidip dönüyoruz. Sonunda toprak yoldan ilerliyor ve çamura saplanmaktan son anda kurtuluyoruz. İşte ışıklar...

Tayfun Bey dar yolun sonunda Piçu ile birlikte bizi karşılıyor. Arabadan iniyorum. Hava soğuk ama çok temiz. Yılların uykusundan uyandırmak ister gibi dövüyor beni. Nefes aldıkça hatırlıyorum...Yaşadığımı ve ölmediğimi...


Karanlık olsa da yerde kar olduğunu hissediyorum. Verandadan geçiyoruz. Kapının yanında kesilmiş odunlar var. İçeri giriyoruz. Önce mutfaktan geçiyoruz. Kuzineyi görüyorum. İçerisi loş ışıklar ile aydınlatılmış. Üç basamakla salona geçiliyor. Şömine ateşi rahat koltukları aydınlatıyor. Yanan odun parçalarının sesleri duvarlarda yankılanıyor. Boydan boya camlardan dışarısı görülüyor ama göl şimdilik bir ipucu vermiyor hakkında. Masanın üzerinde bir şişe şarap. İstanbuldan aldığımız simitin biri duruyor. Kahve yapıyoruz. Sessizliğin ortasında, dağların ve gölün korumasında oturuyoruz. Piçu kapıda yatıyor. Şömineye sürekli odun atıyorum. Evin içi soğuk.

Evin üst katında iki oda bir açık oturma odası var. Her odada bir elektrikli soba ya da klima var. İzmir’den gelecek arkadaşlar gece varacaklar. Onların da küçük çocukları var. Poyraz’ın da üşümesinden korkuyorum. O yüzden gece ateşin bekçisi olmam lazım. Her zamanki gibi...

Uyumak gelmiyor içimden. Ev ve ortam o kadar güzel ki. Düşünsem mi, kitap mı okusam, şömineyi mi seyretsem bilemiyorum. Poyraz uyudu. Ateş odunları birer birer yutuyor. Ev sadece 13 derece.

Tayfun Bey evi çok zevkli döşemiş. Her köşesine ayrı hayran olunuyor.. Mutfakta her türlü alet edavat var. Kuzine en modern fırından daha güzel. Ateşe bakarken hayat akarken kaybettiklerimiz düşüyor birer birer gözlerimin önünden. Yanıp gidiyorlar...

Telefon sesine uyanıyorum. İzmirli dostlar yakınlarda evi bulmaya çalışıyor. Evi istilacılardan saklamak isteyen bir kale komutanı gibi saklamış Tayfun Bey. Gizli tünelleri, patikaları tarif ede ede buluyorlar yolu. Herkes yerleşiyor odalarına. Saat 4’ü gösteriyor. Ben de odamıza çekilip oğlumun yanına kıvrılıyorum. Hava hala çok soğuk.



Poyraz gece boyunca ağlıyor ve uyanıyor. Sanırım yatağını yadırgadı. Saat 6 gibi kalkıyorum. Herkes uykuda. Ankaradan gelecek arkadaşlar sabah yola çıkacaklardı. Ateş unutmuş kendini; hatırlatmak lazım..Biraz karıştırıyorum, korlar çıkıyor ortaya eski acılar gibi. Kendimi atıyorum ortasına...

Ayakkabıları girip kapıdan çıkıyorum. Piçu karşılıyor beni. Aldığım nefes bir sel gibi burnumdan akciğerlerime doğru akıp temizliyor kiri pası, yalanı dolanı, yuttuğum lafları, eğdiğim boynum düzeliyor. Gölü görüyorum. Durgun mu durgun. İki dağ silsilesinin arasında. Saklanmış, gizlenmiş. Örtmüş battaniyesini kafasına kadar. İskelenin üstünde yürüyorum. Sazlıklar iki yanımda. Yerde kar, gökte bulut. İçimde özgürlük, mızraklarını çıkarmış on bin piyade gibi...Güm güm güm. Yaklaşma pazartesi...Herkes uyuyor. Kimse haberdar değil uyandığımdan, bu iskelenin üstünden göle, dağa, buluta baktığımdan. Azametli dağlar işte karşımda. Karlı tepeleri, kayaların ardına saklanan tilkileri, insanlığı korku ile seyreden kervanların gözleri...



                                                                                                       ******************************



Kış, kar, soğuk ve aydınlık. Kervan toparlanıyor. Yaklaşık binekli 20 kişiyiz. Dün gece handa kalmak gücümüzü toparlamamıza yardım etti. Atlar günler sonra dinlenebildi. Bir gün daha dinlenmeden ilerleseydik birkaç at kaybedebilirdik. Akşam koyun eti ve bulgur pilavı yedikten sonra çay bile içemeden odama çekilmiştim. Uykusuzluk artık başımı ağrıtıyordu. Odadaki diğer şiltede kuyumcu yamağı Orhan yatıyor. Babası bana emanet etmişti. İstanbul’daki amcasının yanına götürüyorum. Mesleği iyice öğrenip Kapalıçarşı’da amcasının yerini alacakmış.



Çocuk yorgunluk ve soğuktan hastalanmıştı. Gece ateşten yandı, kavruldu. Başına soğuk bez koymaktan yine uyuyamamıştım. Allah’tan sabaha karşı ateşi dindi. Sabah namazını kıldıktan sonra yarım saat dalabilmiştim. Kervanın toparlanma sesleri ile uyanıp avluya çıkmıştım. Çocuk da kalkmış. Sağlıklı gözüküyordu. Bazlama ekmek ile pekmez yedik beraberce. Çocuğu ata bindirdim. Bugün dinlensin. Ata yüklenmiş olacağız ama çocuk emanet. Yapacak bir şey yok.


Kar yağmaya devam ediyor. Tek sıra halinde dağa sarıyoruz; boncuklar gibi. Köyden sonra kar yer yer diz boyu. Çok yavaş ilerliyoruz. Sağlı sollu zeytinlikler var. Bereketli topraklar buralar. Göl solumuzda büyüdükçe büyüyor. Sis olmasa güney kıyılarını da görebilirdik. Soğuk bazen benimle konuşuyor. Derdinin canımızı acıtmak olmadığını söylüyor. Bütün yaz boyu yalnız kaldığını, güneşin kendisini hapsettiğini, ama 10 gün önce firar ettiğini anlatıyor. Anlattıkça kar yağıyor ve üşüyoruz.



Tepeye ulaştığımızda, ateşçi ateşi yakıyor. Kazanlarda çay demleniyor. Tepeyi aştık mı işimiz kolay. Yalova’da denize vardığımızda kadırgalardan birine bineceğiz. Sonra da İstanbul. 3 aydır yollardayım. Evimi, karımı, oğlumu özledim. Aşağıda, uzaklarda gölün kenarında hareket eden birşeyler var. Bir insan sanki. Kısmış gözlerini bana doğru bakıyor hissediyorum. Umutla, hasretle... Ya da ateş bana uykusuzluk ile birlikte hayaller gördürüyor. Gözcü bağırmaya başlıyor... Eşkiyalar geliyoooor !