26 Mart 2025 Çarşamba

Floransa - 2

 
                 

                 

Otel aslında kocaman bir hostel. Ortaokul ogrencileri etrafta bagırışıyor. Odam 5.katta ve terasın hemen yanında. İçerisi fena değil. Penceresi Duomo'nun kubbesini görüyor. Tuvalete girip hemen dışarı atıyorum kendimi. Bu saatte nerede yiyeyim diye düşünmeden Mercatoya yani pazara doğru yol alıyorum. Pazarın ilk katı aksamları kapanıyor. İkinci katında yerel lezzetlerin ve içkilerin olduğu bar ve restoranlar var. Alıp ortadaki masalarda yiyorsun. Çoğu Avrupa sehrinde bu var. Vakti olmayan icin harika bir fırsat. Yerel lezzetlerin hepsini bir yerde buluyorsun. Genelde de iyi olurlar. Yazının burasında bir talebim olacak sevgili okur. Yazarken bu noktalamalı harfleri kullanırken ingilizce olmayan harflerde, o harfin üzerine basıp tutman gerekiyor ve bu beni yoruyor.  Bu durum yazı yazma şevkimi kırıyor ve yazı tam akarken, parmağım harfin üzerinde takılı kalıyor. Sürekli arkama dönüp "hadi ama" demek zorunda kalıyorum. Zavallı parmaklarım da, sokakta annesinin arkasında düşmüş ama annesi fark etmemiş çocuk gibi, annesine mi yetişsin, canının yandığına mı acısın. O yüzden bi zahmet noktalamalı harfleri siz uyduruverin olur mu:) 

Domuz kaburga harika idi. Sosisler icin ayni seyi diyemeyecegim. Ama karnim doydu. Artik biraz yuruyup, odama gidip yatabilirim. Ertesl gun bir sehirde en sevdigim kesfetme gunu. Serseri yuruyus gunu. Bir nehrin kivrimlarinda suruklenircesine. Her kosebasi yeni bir kesfedis, surpriz.

Gece gayet iyi uyudum. Sabah otelin kahvaltisina baktim ama umit vermedi. Ben de sokaklarda yurumeye basladim. Ac iken cok yemek odakli oldugum icin bunu bir an once gecistirip daha rahat gezmek istedigimden ilk gordugum kafede bir seyler atistirdim. Hava bazen yagmurlu ama cok sıkı degil. O yuzden rahatim. Kimi zaman bir kafede kahve icip, bir yerde biseyler atistiriyorum. Sehir merkezinin tumu eski yapilar. Her yer tarih, sanat. Medicileri duymussunuzdur. Bu kente ortacagda sekil vermisler. Guc ve para icin kapali kapilar ardinda bir suru sey yapmislar. Bu konu derin bir konu ama bu yaptiklarini hafifletmek icin de kiliseler, sapeller yapmislar. Dini hikayeleri resmedip icerilerine kendilerini dahil etmisler falan filan. Kitaplar oyle yaziyor.


Sehir heykellerle de dolu. Yemekler ise tabiki Italyada oldugum icin harika. Her yedigimi anlatmayacagim ama iki sey, yok yok yedigim uc seyi en iyiler listesine alacagim. Birincisi kesinlikle bu hayatta yedigim en iyi seylerin baslarina yerlesecek olan yine Mercatodaki Da Nerbone'da yedigim mide, iskembe ve et karisimi sandvic ve corba. Muhtesem. Hic kokmuyor bizdeki gibi. Sakatat sevmeyenlere versen hapir hupur yerler.
Ikincisi sandvicler. Kocaman ekmegin arasina degisik sarkuteri urunlerinden kombinasyonlar yapip aliyorsunuz. Unlu olan dukkanlarin onunde uzun kuyruklar olusuyor.
Ucuncusu ise yaban domuzlu tagliatelle. 






25 Mart 2025 Salı

Floransa - 1


21 yıl önce, 4000km-Avrupa turunda, sadece bir gün uğradığım Floransa'dan aklımda 4-5 kare kalmıştı. Ponte Vecchio köprüsünün altındaki at eti satan kasap, görünmez iplerle kağıt bebeği dans ettirdiğini iddia eden adamdan bir kaç euro yediğim kazık, domuz eti yememek icin kırk takla atarken, Zafer'in bir Bolognese söyledikten sonraki tavrı ve Uffizi galerisi solumda iken bir daha bu şehire gelip buraya gireceğim konusunda verdiğim beyanat.

Bir sekilde bulduğum gidis-dönüş Bolonya ucak biletinden sonra Bologna'da otel ayarlamaya çalışirken 3 ay öncesinden otel kalmadığını görünce çok şaşırmıştım. Sebebini öğrenmeyi sonraya bırakıp ne yapabilirim diye harita üzerinde düşünürken, Floransa ve Modena'da kalma fikri harika geldi. Bologna'dan trenle yarım saatte gidiliyor gözüküyordu.

Günler günlerin ardında, seni unutmak mecburiyetindeyim derken günün geceye yetiştiği 21 martta Bologna'ya indim. Sehir merkezine gidip orada biraz vakit geçirip, Floransa'ya öyle geçerim derken tren grevi kendimi otobüs beklerken buldurdu. Neyse deyip hayatı yaşamaya koyuldum. 45 dk sonra gelen otobüsle sehir merkezine vardığımda aç ve yorgundum. Ciabbata arası salam ve peynirle bir kadeh beyaz şarap içip hoş geldin dedim kendime. Sonra tren garına yürümeye devam ettim. Planladığımdan geç geldiğim için bir an  önce Floransa'daki otelime varmak istiyordum. Tren garına gidince 3 ay önce 4 euro ve 30 dk olan seyahatin, en ucuzunun 9 euro oldugunu, 30dk olan sürenin de 1.5 saat olduğunu ögrendim. Hem biletler önceden satılmış hem de aslında 4 euro değilmiş sanırım. Üstüne üstlük bir de geç kalkınca biraz gerildim. Altı üstü 2.5 uçuş saatlik yer için sabahın 7 sinden beri yoldaydim, saat 1700 olmuştu. Hava kapalı yer yer yagmurlu. Aslına bakarsanız tren Toscana vadisinde güzel seyirler sunuyor. Adını bilmediğim ve şimdi haritayı açıp bakıp bilmişlik yapamayacağım bir nehir kıvrıla, coşa, durula hiç kirletilmemişçesine akıyor bazen bir köyün yanından bazen bir köprü altından bazen de hiç görünmeden. Prato denen bir yerde aktarma yapıyorum. Koşa koşa yetişiyorum diğer trene. Buradan 20 dk kaldı otelin tuvaletine oturmama. Daha sonra o kadar da uzun olmadığını anladığım caddeden nefesimi içime çeke çeke yürüyorum. İşte geldim kilise çanları eşliğinde...



6 Mart 2025 Perşembe

Fesleğen


Sonar kez çaldım her kapıyı.

Bilmediğim pencereler kapandı yüzüme.

Perdeler çekildi ardına.

Bir fesleğenler kaldı dışarıda,

hoş kokulu.

Koklamadan soramadım.

Sordum.

Kokmadan cevap vermediler.

 

5 Mart 2025 Çarşamba

Okunuşlarımız Farklı

 


Yazdığımız gibi konuşamıyoruz biz.

Okunuşlarımız farklı.

Yaşamamız lazım ruhdışlarımızda.

Alışmak için dudaklarımıza,

Konuşmamız lazım.

Yazmadan.

3 Mart 2025 Pazartesi

400'lük zımpara

 


Öğle yemeği yenilip, altılı ganyan koşuları yavaştan başlarken, bu seferde Naci abiye doğru yollanma hazırlıkları başlardı. "Naci'ye git. Doğan Usta'nın oğluyum de. 400'lük zımpara ve üstüpü al".

2020 Şubatında on yıllar sonra, nalbur Naci abinin dükkanına doğru yürümeye başladığımda, hiç hatırladığım gibi değil idi hava. Kan donduran değil, kanı kıpırtısız aktıran bir soğuk vardır, hani böyle ağır çekim, siyah beyaz filmlerde olur ya, öyle yani. Hatırladığım ise sıcak yaz öğlenleri idi. Çünkü okul tatil olmuş, tüm arkadaşlarım köye gitmiş, sonbahar dönüşünde beni imrendirecek anılar biriktirmekte idiler. Dedim ya, hava sıcaktı. Dükkandan Yenişehir'e doğru, beyaz Pinokyo bisikletimle giderdim. Öyle Pinokyo değil ey okur! Bir kere dinamolu farı ve arkasında bagajı vardı. Bu bisikleti Almanya'dan Sabri amca getirmişti. Sabri amcanın, sıkı dur, beyaz bir Ford Capri'si vardı. 980 yıllarında Türkiye'de Ford Capri nedir, onu şimdi anlamak mümkün değil de sen şu ramazan günlerinde, ocakbaşına gitmiş gibi düşün. Ama o da başka bir hikayenin konusu olsun, Naci abi kral adamdır, bölmeyelim.

Yenişehir'e giden, havanın sıcak olduğu yolda ilerlerken sanırım en çok düşündüğüm denize girmek olurdu. Naci abinin dükkanı gri idi ve Naci abi hep gri, dizlere kadar uzanan bir önlük giyerdi. İki cebi vardı, o zamanlar saçları siyahtı. 

Dükkanın içinde ahşaptan kutular, kutuların içinde çiviler, pullar. Yine ahşap raflara dizili neler neler. Ya o üstüpüler ! Üstüpü nedir bilen azdır sanırım.  Bir çocuğun cumartesi öğleden sonrası, bahşiş alması için gerekir mesela. Tertemiz bir üstüpü ile silersin teslim edilecek arabanın köşelerini. Küçük, narin, kısa dokunuşlarla, 980'lerde nasıl saf sevgi ile öperse bir ortaokul çocuğu begendiğı kızı öyle iste.

Dükkan yıkılmış, biraz ilerideki köftecinin yanına taşındığını bilmesem, orada kahrolur dönerdim. Devam ettim oraya park etmiş, dinamolu, bagajlı bisikletin yanından. Eczanenin önünden geçtim, Erol Amca göçmüştü bu dünyadan, kıçıma kaç iğne batırdığını saymadan.

Sonra..sonra girdim iste dükkana. Her zaman tembih edileni söyleyerek: "Doğan Torun'un oğluyum ben, 400 lük zımpara var mi Naci Abi"

 

Isin tuhaf tarafi artik babam Naci Abiyi tanimiyordu.


2 Mart 2025 Pazar

4 ekmek, pişkin olsun !

 


Çok önce idi. Ehliyet alacağım yaşa geldiğimde, tekerlekli ve vitesli arabaların ortadan  kalkmasından korkacak kadar önce idi.

Babamın oto kaporta boya dükkanı olmasından mı idi bu merak, yoksa klasik bir erkek çocuğu merakı mı idi bilemiyorum. Ama hepsinden öte içimdeki bitmek tükenmek bilmeyen yol sevdası idi sanırım. Ya çok hızlı giden vasıtalar olsa ve hatta bizim kullanmamıza gerek olmasa? Allah korusundu, yatarken küçük bir çocuğun bu konuda dua etmesi kadar endişe verici idi.

Dün akşam aklıma geldi, babam sanki dükkanda hiç cumartesileri güveç yapmazdı. Sanki hep hafta içi yapardı. Babam hafta içi genelde işçilere öğle yemeğini kendi yapardı. En kötü annem evde yapar ve ben alır getirirdim. Ama babam yaparsa, önce kollarını sıvar, ellerini beyaz el sabunu ile yıkar ve işe girişirdi. Kahverengi büyük güvecin içine büyük büyük doğrardı sebzeleri. Güveçte hep mutfak tezgahı gibi kullandığı, yola bakan cephedeki tezgahın üstündeki küçük  tüpte pişerdi.

Baba dedim anlatsana nasıl yapardın güveci? Yapardım işte diye geçiştirdi. Biraz zorladım. Önce et alırsın Muharrem'den dedi. Evet, et Muharrem amcadan alınırdı. Eti genelde kendisi gider alırdı, beni nadiren yollardı. Beni kesinlikle fırına yollardı. Hep ayni tonla ve hep aynı sözle. "Fırına git, dört pişkin ekmek al, Doğan Ustanın oğlu olduğunu söyle". Evet Doğan ustanın oğlu olduğunu söylemek zorundaydım. Nefret ederdim söylemekten ama hep söyledim. Neden mi ? Eğer ekmek pişkin olmazsa ve ben Doğan Ustanın oğlu olduğumu söylemezsem vay halime. Eğer söyler ve fırıncı pişkin ekmek vermezse vay fırıncının haline. Herkes görevini yaptı diye hatırlıyorum. Ekmek hep pişkindi.

Dükkana geri döndüğümde, yazıhanenin önündeki alçak masanın üstüne gazete kağıdı serilmiş, dört bir tarafına Billur Tuz poşetinden tuz dökülmüş, kaşıklar konmuş (çatal olmazdı çünkü güveç kaşıkla yenirdi), bazen de dörde bölünmüş soğanlar ilave edilmiş olurdu. Ekmek gelince elini beyaz sabunla yıkamış ustalardan biri ekmekleri bölerdi elleri ile. Ortalık  boya öncesi macunu zımparalayan boyacı ustasının üstüne sinen koku, pişkin ekmek, beyaz sabun  ve güveç kokusu ile dolardı...