Belki de bütün bunlar yaşanmamıştır ve ben uyduruyorumdur... dustarlalari@gmail.com instagram : kerametlirobinson
26 Mart 2025 Çarşamba
Floransa - 2
25 Mart 2025 Salı
Floransa - 1
21 yıl önce, 4000km-Avrupa turunda, sadece bir gün uğradığım Floransa'dan aklımda 4-5 kare kalmıştı. Ponte Vecchio köprüsünün altındaki at eti satan kasap, görünmez iplerle kağıt bebeği dans ettirdiğini iddia eden adamdan bir kaç euro yediğim kazık, domuz eti yememek icin kırk takla atarken, Zafer'in bir Bolognese söyledikten sonraki tavrı ve Uffizi galerisi solumda iken bir daha bu şehire gelip buraya gireceğim konusunda verdiğim beyanat.
Bir sekilde bulduğum gidis-dönüş Bolonya ucak biletinden sonra Bologna'da otel ayarlamaya çalışirken 3 ay öncesinden otel kalmadığını görünce çok şaşırmıştım. Sebebini öğrenmeyi sonraya bırakıp ne yapabilirim diye harita üzerinde düşünürken, Floransa ve Modena'da kalma fikri harika geldi. Bologna'dan trenle yarım saatte gidiliyor gözüküyordu.
Günler günlerin ardında, seni unutmak mecburiyetindeyim derken günün geceye yetiştiği 21 martta Bologna'ya indim. Sehir merkezine gidip orada biraz vakit geçirip, Floransa'ya öyle geçerim derken tren grevi kendimi otobüs beklerken buldurdu. Neyse deyip hayatı yaşamaya koyuldum. 45 dk sonra gelen otobüsle sehir merkezine vardığımda aç ve yorgundum. Ciabbata arası salam ve peynirle bir kadeh beyaz şarap içip hoş geldin dedim kendime. Sonra tren garına yürümeye devam ettim. Planladığımdan geç geldiğim için bir an önce Floransa'daki otelime varmak istiyordum. Tren garına gidince 3 ay önce 4 euro ve 30 dk olan seyahatin, en ucuzunun 9 euro oldugunu, 30dk olan sürenin de 1.5 saat olduğunu ögrendim. Hem biletler önceden satılmış hem de aslında 4 euro değilmiş sanırım. Üstüne üstlük bir de geç kalkınca biraz gerildim. Altı üstü 2.5 uçuş saatlik yer için sabahın 7 sinden beri yoldaydim, saat 1700 olmuştu. Hava kapalı yer yer yagmurlu. Aslına bakarsanız tren Toscana vadisinde güzel seyirler sunuyor. Adını bilmediğim ve şimdi haritayı açıp bakıp bilmişlik yapamayacağım bir nehir kıvrıla, coşa, durula hiç kirletilmemişçesine akıyor bazen bir köyün yanından bazen bir köprü altından bazen de hiç görünmeden. Prato denen bir yerde aktarma yapıyorum. Koşa koşa yetişiyorum diğer trene. Buradan 20 dk kaldı otelin tuvaletine oturmama. Daha sonra o kadar da uzun olmadığını anladığım caddeden nefesimi içime çeke çeke yürüyorum. İşte geldim kilise çanları eşliğinde...
6 Mart 2025 Perşembe
Fesleğen
Sonar kez çaldım her kapıyı.
Bilmediğim pencereler kapandı yüzüme.
Perdeler çekildi ardına.
Bir fesleğenler kaldı dışarıda,
hoş kokulu.
Koklamadan soramadım.
Sordum.
Kokmadan cevap vermediler.
5 Mart 2025 Çarşamba
Okunuşlarımız Farklı
Yazdığımız gibi konuşamıyoruz biz.
Okunuşlarımız farklı.
Yaşamamız lazım ruhdışlarımızda.
Alışmak için dudaklarımıza,
Konuşmamız lazım.
Yazmadan.
3 Mart 2025 Pazartesi
400'lük zımpara
Öğle yemeği yenilip, altılı ganyan koşuları yavaştan başlarken, bu seferde Naci abiye doğru yollanma hazırlıkları başlardı. "Naci'ye git. Doğan Usta'nın oğluyum de. 400'lük zımpara ve üstüpü al".
2020 Şubatında on yıllar sonra, nalbur Naci abinin dükkanına doğru
yürümeye başladığımda, hiç hatırladığım gibi değil idi hava. Kan donduran değil, kanı kıpırtısız aktıran bir soğuk vardır, hani böyle ağır çekim, siyah beyaz
filmlerde olur ya, öyle yani. Hatırladığım ise sıcak yaz öğlenleri idi. Çünkü
okul tatil olmuş, tüm arkadaşlarım köye gitmiş, sonbahar dönüşünde beni
imrendirecek anılar biriktirmekte idiler. Dedim ya, hava sıcaktı. Dükkandan
Yenişehir'e doğru, beyaz Pinokyo bisikletimle giderdim. Öyle Pinokyo değil ey
okur! Bir kere dinamolu farı ve arkasında bagajı vardı. Bu bisikleti
Almanya'dan Sabri amca getirmişti. Sabri amcanın, sıkı dur, beyaz bir Ford
Capri'si vardı. 980 yıllarında Türkiye'de Ford Capri nedir, onu şimdi anlamak
mümkün değil de sen şu ramazan günlerinde, ocakbaşına gitmiş gibi düşün. Ama
o da başka bir hikayenin konusu olsun, Naci abi kral adamdır, bölmeyelim.
Yenişehir'e giden, havanın sıcak olduğu yolda ilerlerken sanırım
en çok düşündüğüm denize girmek olurdu. Naci abinin dükkanı gri idi ve Naci abi
hep gri, dizlere kadar uzanan bir önlük giyerdi. İki cebi vardı, o zamanlar
saçları siyahtı.
Dükkanın içinde ahşaptan kutular, kutuların içinde çiviler,
pullar. Yine ahşap raflara dizili neler neler. Ya o üstüpüler ! Üstüpü nedir
bilen azdır sanırım. Bir çocuğun cumartesi öğleden sonrası, bahşiş alması için gerekir mesela. Tertemiz bir üstüpü ile silersin teslim edilecek arabanın
köşelerini. Küçük, narin, kısa dokunuşlarla, 980'lerde nasıl saf sevgi ile
öperse bir ortaokul çocuğu begendiğı kızı öyle iste.
Dükkan yıkılmış, biraz ilerideki köftecinin yanına taşındığını
bilmesem, orada kahrolur dönerdim. Devam ettim oraya park etmiş, dinamolu,
bagajlı bisikletin yanından. Eczanenin önünden geçtim, Erol Amca göçmüştü bu
dünyadan, kıçıma kaç iğne batırdığını saymadan.
Sonra..sonra girdim iste dükkana. Her zaman tembih edileni
söyleyerek: "Doğan Torun'un oğluyum ben, 400 lük zımpara var mi Naci
Abi"
Isin tuhaf tarafi artik babam Naci Abiyi tanimiyordu.
2 Mart 2025 Pazar
4 ekmek, pişkin olsun !
Çok önce idi. Ehliyet alacağım yaşa geldiğimde, tekerlekli ve vitesli arabaların ortadan kalkmasından korkacak kadar önce idi.
Babamın oto kaporta boya dükkanı olmasından mı idi bu merak, yoksa klasik bir erkek çocuğu merakı mı idi bilemiyorum. Ama hepsinden öte içimdeki bitmek tükenmek bilmeyen yol sevdası idi sanırım. Ya çok hızlı giden vasıtalar olsa ve hatta bizim kullanmamıza gerek olmasa? Allah korusundu, yatarken küçük bir çocuğun bu konuda dua etmesi kadar endişe verici idi.
Dün akşam aklıma geldi, babam sanki dükkanda hiç cumartesileri güveç yapmazdı. Sanki hep hafta içi yapardı. Babam hafta içi genelde işçilere öğle yemeğini kendi yapardı. En kötü annem evde yapar ve ben alır getirirdim. Ama babam yaparsa, önce kollarını sıvar, ellerini beyaz el sabunu ile yıkar ve işe girişirdi. Kahverengi büyük güvecin içine büyük büyük doğrardı sebzeleri. Güveçte hep mutfak tezgahı gibi kullandığı, yola bakan cephedeki tezgahın üstündeki küçük tüpte pişerdi.
Baba dedim anlatsana nasıl yapardın güveci? Yapardım işte diye geçiştirdi. Biraz zorladım. Önce et alırsın Muharrem'den dedi. Evet, et Muharrem amcadan alınırdı. Eti genelde kendisi gider alırdı, beni nadiren yollardı. Beni kesinlikle fırına yollardı. Hep ayni tonla ve hep aynı sözle. "Fırına git, dört pişkin ekmek al, Doğan Ustanın oğlu olduğunu söyle". Evet Doğan ustanın oğlu olduğunu söylemek zorundaydım. Nefret ederdim söylemekten ama hep söyledim. Neden mi ? Eğer ekmek pişkin olmazsa ve ben Doğan Ustanın oğlu olduğumu söylemezsem vay halime. Eğer söyler ve fırıncı pişkin ekmek vermezse vay fırıncının haline. Herkes görevini yaptı diye hatırlıyorum. Ekmek hep pişkindi.
Dükkana geri döndüğümde, yazıhanenin önündeki alçak masanın üstüne gazete kağıdı serilmiş, dört bir tarafına Billur
Tuz poşetinden tuz dökülmüş, kaşıklar konmuş (çatal olmazdı çünkü güveç kaşıkla
yenirdi), bazen de dörde bölünmüş soğanlar ilave edilmiş olurdu. Ekmek gelince
elini beyaz sabunla yıkamış ustalardan biri ekmekleri bölerdi elleri ile.
Ortalık boya öncesi macunu zımparalayan boyacı ustasının üstüne sinen
koku, pişkin ekmek, beyaz sabun ve güveç kokusu ile dolardı...