6 Temmuz 2024 Cumartesi

 


        Yıl 1987. İstanbul'un yakın tarihli en ağır kışı. İlkokul 5'teyim. O zamanlarda başladı sabah erken kalkmalarım. Saat 07.00 dedi mi kalkardım. Sabahları canımın sıkıldığını hiç hatırlamıyorum. Üşüdüğümü de. Bizim ev kaloriferli idi. Apartmanda kışın en hararetli konusu yöneticinin kömürü yeteri kadar alıp almamasıydı. Geç kaldı mı yöneticiye, merdivenlerde ve asansörlerde atıp tutmalar başlardı. Asansörün kapısını açık tutup bu muhabbete dalanlar, kapıyı kapamaları için diğer katlardakilerin asansörü yumruklaması ile kendilerine gelirlerdi.

       O kış da Kadri Amca kömürü almakta gecikmişti. Ama sonra kocaman bir kamyon kapıda peydah olmuş, Aziz Amca çuvalları ikişer ikişer kazana atmıştı. Sanırım Kadri Amca kalorifer peteklerini sıcaktan tutamaz duruma geldiğinde Mürvet Teyze'den bol şekerli bir kahve istemişti, öyle derler.

       Sabah erken kalkardım, evet. Aynı şimdi olduğu gibi. Kimse ayakta olmazdı. Babam hariç. O çoktan dükkana gitmiş, köpeği salmış, radyoyu açmış, çayı koymuş, dükkanın önünü süpürmüş olurdu. Annem babamı geçirdikten sonra uyurdu. Rahmetli anneannem ile benden iki saat sonra falan kalkarlardı. Uyandıktan sonra bir koltuğa kıvrılırdım ya da bir köşeye. Jules Verne'den Jack London'a dünyanın tüm klasiklerini okurdum. Onun için de Kadri Amca kömürü geç alsa da ben üşüdüğümü hiç farketmedim.

       Bir de Kemalettin Tuğcu vardı ama. Şimdi bu bir bardak çorba ve ekmeğin köşesini görünce aklıma gelen. Sabahçı olup öğlen eve geldiğimde, Kemalettin Tuğcu'nun romanlarından birini alır, annem ve anneanneme okurdum. Bu kadar basit ve güzeldi bizim dünyamız. Ekmek arasına taze soğan koyup yiyen çocuklar kadar basit ve ekmek arası taze soğan kadar güzel...


5 Temmuz 2024 Cuma

 



Sen karanlık geceyi,

fırtına bulutları üstümüzde iken,

şehrimin limanlarından geçir.

Ben mülteci botları ile,

kalbinin ortalarında batmış olabilirim.


3 Temmuz 2024 Çarşamba

 


Geceler karanlık değil artık sevgilim.

Kapama gözlerini.

Aşkımızın şavkı vuruyor ellerimize.

Ellerimiz koca bir dolunay.

Dönüyor vücutlarımızın etrafında;

dünyayı bırakıp.


Ne gündüzler uzun, ne geceler kısa.

Ne de geceler uzun ve gündüzler kısa.

Sonsuz bir ömür var önümüzde,

zamansız.

Gündüz gece bir oldu, senle ben gibi.


Akıyoruz kalplerimize koca iki nehir.

Uzun yollardan gelmiş,

ıssız vadilerden geçmiş iki koca nehir.

Kalplerimiz artık bir.

İki nehir, uçsuz bucaksız bir okyanus.


Sen diye başlardı şiirlerim hep sana.

Biz diye devam edeceğim.

Sonsuz bir aşkız artık, 

ellerimiz koca bir dolunay.

Kalplerimiz uçsuz bucaksız bir okyanus.


Biz,

ne varsa bu dünyada ve ötesinde.

Hepsi biz.

Biziz güzel kadınım.

2 Temmuz 2024 Salı


Çölde yol alan kervanlar,
kum bulutunun içinde,
sana gözükmez.

O kervanın gözleri,
uzak yollardan gelir.
Sen uyurken.

O kervanın rüyaları,
bir vaha şehrinde,
sensizdir.

Sensizlik,
bir vaha şehrinde,
kervandır.

 

1 Temmuz 2024 Pazartesi


 Bu gökteki bütün yıldızları bilirim.
Hangi saatte neredelerdir,
Kaç şişe şarapla kaybolurlar?
Peki karşı kıyılardaki evlerin ışıkları ne zaman söner?
Bilirim.
Tüm kapıları çalıyor deli.
Git yat.
Git yat.

28 Haziran 2024 Cuma

 ENDÜLÜS DİYARI - SEVİLLA - 4. ve 5. GÜN

    O gün Guadalquivir nehrinin akıntısını durduran bir şey oldu. Sevilla şehri tren istasyonuna vardığımda insanların panik hallerinden hissediyordum. Yüzyıllardır bu şehrin can damarı olan nehrin durması elbette hayatı etkileyecekti. İnsanlar henüz durduğunu görmemiş ama bunu içlerinde hissetmişti. Belki de nehirde kano yapanların artık daha hızlı  ya da baktıkları yöne göre daha yavaş gittiklerinden hissetmiş ama anlam verememiş olabilirlerdi. Ya da kaldı ise bu nehirde balık tutan bilge balıkçılar, balıkların kaybolduğundan, ürküp kovuklarına çekildiklerinden anlamış olabilirlerdi. Peki ya Cordoba ?...Eğer nehir burada durdu ise orada da durmuş olmalı idi. Bunu da orada Antik Roma Köprüsünden geçerken, gitarını hüzünlü melodilere yol vermiş olan müzisyenden mi anlarlardı, yoksa Kurtuba Camisi'nin bundan 700 yıl önce minaresine çıkıp, olayları önceden kestiren müezzinin sesinden mi anlarlardı, o da başka bir hikayenin anlatısı...


    Otel şehir merkezinden oldukça uzaktı. Vakit kaybetmemek adına taksi ile gitmeye karar verdim. Şehir büyük bir alana rahatça yayılmış. Sanki iri yarı bir insanın koca bir kanepeye, kolları bir yana ayakları bir yana, kafası bir yana oturduğu gibi. Taksicinin tabiri ile nüfus bir milyonu geçmezmiş. Vikipedia'ya göre iki milyona yaklaşmış. Otele yerleştikten sonra otelin servis aracı ve metro ile şehir merkezine kısa bir gezi yaptım. Hava kapalı, şehir beni pek sarmadı. Bir tuhaflık kokusu. Yarın Sevilla Katedrali ve Alcazar Sarayı'nı gezeceğim. Bugün yanlarından ve sokaklarından hafifçe yürüyüp şehri kokladım. Çok geç kalmadan, sıradan bir yemekle geçiştirip otele geçtim.



     Otel odasına girer girmez nefesim kesildi. Nefes almakta zorlanıyordum. Sanki bir zindanda ve hareket edemiyordum. Daha fazla dayanamayıp otelin bahçesine inip derin derin nefes almaya ve bahçenin sağından soluna, aşağısından yukarısına yürümeye çalıştım. En sevdiğim müzikleri açıp kulaklıklarımı taktım. Kulaklarımın bile nefes alamadığını hissedip çıkardım. Havadaki yağmur öncesi kokusunu duyumsamaya çalışırken ciğerlerim ona da isyan etti. Yaşadığım şehre dönmek, sevgilime, sevdiklerime doğru akma isteği ama bu akıntının hayatça durdurulduğu duygusu, demir parmakların arkasında kabullenme zorluğunu dayattı. O sırada içimdeki tüm balıklar kaya kovuklarına kaçtı, balıkçılar oltalarını toplayıp evlerine gitti. Kanocular nehre inmekten vazgeçti. Ülkemin tüm neşeli insanları suratlarını öne eğip banklara oturdu ve karıncaların yuvalarına yiyecek götürüşlerini seyretmeye başladı; eğer şanslı iseler.



     Sabah yağmurlu ve kapalı bir havaya uyandım. Amacım bugün şehir pazarlarından bir ya da bir kaçını gezmekti. Fakat şehre indiğimde pazarların ve hatta dükkanların kapalı olduğunu gördüm. Önce anlam veremesem de sonra günlerden 1 Mayıs olduğunu hatırladım. Nehir durunca işler de durmuştu. Yapacak bir şey yoktu. En azından işçiler bayram yapabilirdi. Keşke bir çay demleyebilseydim, derdimi hafifletirdi.


     Sevilla Katedrali dünyanın en büyük üçüncü kilisesi. Kulesine çıkmak içerisindeki işlemeleri, tabloları, turistleri, inananları izlemek uzun zamanınızı alabilir. Alcazar Sarayı bahçeleri ile birlikte devasa bir saray. Tüm Endülüs müslümanlarının sarayları gibi basit, huzurlu, bahçe ve su havuzlarından oluşan çok bölmeli bir yapı. İkisine de önceden internetten bilet alınabilir. 

    Sevilla'nın dar sokaklarına daldığımda içimdeki kasveti bir nebze hafifletebileceğini umduğum bir restoranın küçücük masasına oturup, bir kaç tabak tapas ve sangria söyledim.




       Sonra...Sonra o sımsıkı tuttuğum parmaklarının yazdığı, öpmeye doyamadığım ağzından çıkan ayrılık mesajlarını görüp, sözlerini duyunca anladım Guadalquivir'in neden akmadığını. Neden balıkların kaya kovuklarına çekilip, balıkçıların gittiğini, pazarların kapandığını, insanların üzgün suratlarını. İçimdeki nehrin kaynağı kesilmiş, içimdeki ve dışımdaki dünya durmuş.

     Sonra...Sonra o küçük karıncalardan başladı yine hayat. O derin, yeryüzünün, başkalarının ve hatta senin bilmediğin dünyalarında kıvrımlı, dolambaçlı yuvalarında, her şeyden, herkesten sakladıkları küçücük ama kocaman bir hayat sırrı ile. Ona dokunarak, ondan güç alarak. Güçlü, kadim ve ufacık bir adımla...

   Nehrin geçtiği diğer şehre doğru ilerlemekten başka bir yol yoktu. Su hala varsa umut da vardı. Nehir her şeye , ağaç kütüklerine, kayalara rağmen akabilirdi. Sonuçta Cordoba efsanevi bir şehirdi.





 



27 Haziran 2024 Perşembe

Akşamüstü serçeleri gibi,

ürkek bakışların,

tüneyeli gönlüme.

Gözlerimden damlayan,

senler biriktirdim ben her gece.

 

15 Haziran 2024 Cumartesi

 

Seni düşünen sözlerim susmuş.

Gözlerim seni konuşuyor.

Anlattıklarını dinliyorum,

sabahtan beri.

Kıpırdamadan, kıpırdatmadan,

hiç birinin yerini.



Buğulu gözlerini söylüyor sözlerim.

Gözlerim kapalı.

Gördüklerini anlatıyor,

sabahtan beri.

Susmadan, susturmadan,

unutmadan hiç birini.


9 Haziran 2024 Pazar

 ENDÜLÜS DİYARI - RONDA - 3.GÜN


Malaga'daki hücre otel odamdan sabahın erken saatlerinde kalkıp, bir pazartesi sabahı, yıllarca hapiste kalmış ya da teskeresini alıp nizamiyeden adımını dışarı atan asker gibi, vücudu diri tutan ama üşütmeyen bir havada tren istasyonuna doğru yürümeye başladım. Bugün Endülüs Diyarının çok da bilinmeyen bir kentine doğru yolculuk var. Tecrübe etmediğimden nasıl da olacağını çok öngöremediğim bir tren seyahati ile varmayı umuyorum. Ana tren istasyonunda vardığımda hiç ummadığım kadar kolay bileti aldım ve beklemediğim kadar dakik ve konforlu bir trende buldum kendimi.

Sadece bir aktarma ile yaklaşık 2-2.5 saat on binlerce irili ufaklı, genç yaşlı zeytin ağaçları arasından saatte 150 km'ye varan süratle ilerledik. Koltuklar rahat, insanlar kendi halinde, sessiz. Ronda'ya varır varmaz Sevilla biletini alıp bu konuya kafa yormamaya karar verdim. Zihnim zaten birbirine dolanmış yılanlarla dolu. Hepsi birbirini ısırır. Zihnimdeki bu karmaşadan kurtulmak umarım bir gün nasip olur. Çünkü nereye gidersen git dünyan zihnin kadar.

Hava bayağı soğuk. Önce nedenini anlayamadım. Oysa burası 700 mt yükseklikteymiş. Otele vardığımda Malaga'daki küçüçük ve zor nefes alan odadan, aydınlık, ferah, geniş, sokakla barışık bir odaya kurulmanın keyfi geldi. Çok da rehavete kapılmadan ayaklarıma yol verdim.

Gittiğim çoğu şehirde boğa güreşi arenası vardı. Hepsi müzeleştirilmiş anladığım. Ronda'da içine girmedim ama hediyelik eşya satan mağazası hoşuma gitti. Ana aks üzerinde yürürken tabii ki açlık kendini hatırlatmaya başladı. Google haritalarda biraz vakit geçirdikten sonra El Lechuguita diye bir yer buldum. Gittiğim de ne göreyim küçücük bir dükkan ve bir sıra. Beklemeyi kafaya koydum. Ve bir sırayı iyi ki de beklemişim diyeceğim, unutulmaz bir ziyafet. İki kadeh şarap ve 18 çeşit tapası yerken hiç zorlanmadım ama inanılmaz bir keyif aldım. Fiyatlar normal dükkanların 1/3 ü ama lezzetleri 2 katı. Gayet tatmin olmuş şekilde Ronda'nın alemet-i farikası köprüsüne doğru devam ettim... 





İki devasa kaya bloğunu birbirine bağlayan zarif ama güçlü bir köprü. Neresinden bakarsan bak seyretmeye doyamıyorsun. Köprünün merkeze yakın tarafından vadiye doğru inip dereye ayaklarımı sokup Roma ve Kartaca ordularının seslerini dinledim. Sonra diğer ayağının olduğu yere doğru sokaklardan tırmanıp, vadiyi sokak müzisyenin yumuşacık melodileri eşliğinde dakikalarca seyrettim.



Sonrası dondurma, kahve, çıkan soğuk rüzgar ve akşamları boş sokaklar. Ronda, zihnimde dolanan binlerce bir yere ulaşamayan düşüncenin içinden birini seçip, hayatla bağlamış, kendi köşesinde bir saat ritmi, sokak sanatçısının hafif, huzurlu, kendinden emin melodisi gibi, daha fazla sorgulamadan akıp giden bir şehir.

Bir Ronda kurmak hasretimle...



6 Haziran 2024 Perşembe

 


Yine koskoca bir denizin ortasındaki bir adadayım. Bir gemi getirdi beni. O koskoca denizlere inat, bir umudun izini süren bir gemi. Bütün gemiler bir umudun izini sürer aslında. Fakat bazı umutlar daha fazla heyecan barındırır imkansızlığından ötürü. Ve bazı umutların gerçekleşmesi, yel değirmenlerine karşı savaş kazanılması ihtimalindedir. Yine bazı gemiler, çoğunluğun aksine, koskoca denizlerin ortasında, denizlere rağmen ve denizlerle birlikte böyle imkansız bir umuda taşırlar seni eğer cesaret edersen. Ki bu umuda coğrafyada "ada" derler. Her ada denizlere isyandır ama denizsiz ada da olmaz isyan da...