Gece bütün acılar çöker yeryüzüne.
Şehirlere, dağlara, çöllere.
Bilinen ve bilinmeyen tüm yalanlar silinir.
Ve gece uyumayanlar,
Ancak o acılarla yüzleşebilecek,
cesur Don Kişot'lardır.
Belki de bütün bunlar yaşanmamıştır ve ben uyduruyorumdur... dustarlalari@gmail.com instagram : kerametlirobinson
ENDÜLÜS DİYARI - CORDOBA - 6. ve 7. GÜN
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
İşte Kurtubalı'nın memleketine gelmiştim. Kendime örnek aldığım matadorun barda oğlu ile fotoğrafını görmek beni gururlandırdı. Arenalarda ismi haykırılan El Cordobes; artık herkes seni alkışlıyor ve kimse yas tutmuyor.
Cordoba tren garından otele kolayca yürüdüm. Otele eşyalarımı bıraktım. Yakındaki bir kafeye oturup, bir kahve ve pan con tomate söyledim. Adı gibi havalı olmasa da tadı mükemmel olan domatesli ekmek aslında. Kızarmış ekmek üzeri zeytinyağı, rendelenmiş domates, sarımsak ve tuz. İstanbul'a dönünce de uzun süre bu basit ama lezzetli kahvaltıyı sürdürdüm.
Şehrin sokaklarında, hissettirmeden hafif eğimle nehrin olduğunu umduğum yöne doğru kıvrılarak ilerledim. Kurtuba camii'yi merak ediyordum ama önce nehrin akıp akmadığını kontrol etmeliydim. Ünlü Roma köprüsünü gördüğümde adımlarımı hızlandırdım. Kalbim bir ritimde yerini arayan davul gibi ses vermeye başladı. Umut hala vardı. Nehrin debisi çok olmasa da hala akıyordu.
Kalabalıklardan uzaklaşarak arka sokaklardan birinde galiçya usulü ahtapotu tatma fırsatı buldum. Cordoba, Nisan ve Mayıs aylarında sanat etkinlikleri ve festivalleri ile çok renkli bir görünüme bürünüyormuş, anladım. Akşam bir klasik müzik konseri var. Otele gidip dinlenip biraz enerji toplamalıyım.
Akşam 10-15 yiyecek mekanının olduğu bir pazara gittim. Paella yapan bir hanımefendi ile şansımı denemek istedim. Yine olmadı. Bu gezide bir daha paella denememeye söz verdim.
GÜNEŞLİ PAZARTESİLER
Bask bölgesinin medcezirle tanışık bir kasabasında, yaşlarının ortasında , hatta biraz geçmiş bir adamın, akşamüstü kalkıp biraz umut, biraz rüzgar bulmak için , hiç gitmediği bir barda, koyu kırmızı bir bardak şarabı, güneşli , rüzgarlı bir pazartesine kaldırması gibi.
Ne Basklı ne Kastilyalı olmak gibi.
Coğrafya kaderdir demiş İbn-i Haldun;
Yolların, yılların, yaşların ortasında, hatta ortasını biraz daha geçerek, sıcak, bunaltıcı bir Ağustos pazarı gibi.
MARMARA ADASI
Bir sırrı koruyormuşçasına esiyor rüzgar. Bu karaya ayak basanların dertleri peşlerini bıraksın diye bir kuzeyden bir güneyden. Boğulmamak için yaklaşmaya korkup geri dönüyorlar. Kendine buyruk, ne Ege'den daha tuzlu ne Karadeniz'den daha tatlı. Ne Karadeniz gibi dev dalgalar ne Ege'nin mavisi. Bilinmez, sorulmaz bir adası vardır bu antik denizin. Sen aramazsan bulunmaz. Sen bulursan ararsın. O yüzden senin dertlerini yaklaştırmaz rüzgarları. Karşılıklı verilmiş bir söz gibi. Bu kutsal adada hala sözler verilir ve verilen sözleri tutmak, dalgaların karaya vurması kadar doğal ve keyifle yapılır. Çünkü verilen sözü tutmak hala bu dünyanın eksenini kaydırmamaya gayret eden insanlar için önemlidir. O insanlar da rüzgarların ve yunusların nöbet tuttuğu bu adada biraz nefes alırlar, gayret etmeye devam etmek için.
Antik çağlardan beri mermer ocakları verimli üzüm bağları, şarapları ve balıkları gelir kaynağı olmuş desem çok bir şey ifade etmez bilirim. Bence de etmemeli. Ama sana şöyle de bir bilgi vereyim sevgili okur; sabahtan denize girip, öğle güneşi bedeni zorlamaya başladığında kalkıp Birol'un yerine gelirsen, hafif mavi damarlı bembeyaz mermer uzun masaya oturup, bir soğuk bira ve midye tava yersen muhtemelen öğleden sonrayı güzel bir uyku ile geçirirsin.
Ada gayet büyüktür. Araba ile dolaşmaya kalksan güzel köyler, dağlar, koylar ve insanlar görürsün. Ben ise dertlerimden derin bir nefes alıp basit, yalınayak bir zaman yaşamak isterim. O yüzden Şato Motel'de kalır, koca Marmara Denizi'ne tepeden bakarak basit kahvaltımı yapar, Kole plajı yanında orta Türk kahvemi içer, denize girer, Birol'da midye tavamı yer, uykulara dalar, güzel insanlarla muhabbet eder, aynı şort ve tişörtü bir hafta giyerim.
Sonra...Sonra da gece puromu yakar ve yıldızlara bakarak yeni hikayeler yazarım...
Yıl 1987. İstanbul'un yakın tarihli en ağır kışı. İlkokul 5'teyim. O zamanlarda başladı sabah erken kalkmalarım. Saat 07.00 dedi mi kalkardım. Sabahları canımın sıkıldığını hiç hatırlamıyorum. Üşüdüğümü de. Bizim ev kaloriferli idi. Apartmanda kışın en hararetli konusu yöneticinin kömürü yeteri kadar alıp almamasıydı. Geç kaldı mı yöneticiye, merdivenlerde ve asansörlerde atıp tutmalar başlardı. Asansörün kapısını açık tutup bu muhabbete dalanlar, kapıyı kapamaları için diğer katlardakilerin asansörü yumruklaması ile kendilerine gelirlerdi.
O kış da Kadri Amca kömürü almakta gecikmişti. Ama sonra kocaman bir kamyon kapıda peydah olmuş, Aziz Amca çuvalları ikişer ikişer kazana atmıştı. Sanırım Kadri Amca kalorifer peteklerini sıcaktan tutamaz duruma geldiğinde Mürvet Teyze'den bol şekerli bir kahve istemişti, öyle derler.
Sabah erken kalkardım, evet. Aynı şimdi olduğu gibi. Kimse ayakta olmazdı. Babam hariç. O çoktan dükkana gitmiş, köpeği salmış, radyoyu açmış, çayı koymuş, dükkanın önünü süpürmüş olurdu. Annem babamı geçirdikten sonra uyurdu. Rahmetli anneannem ile benden iki saat sonra falan kalkarlardı. Uyandıktan sonra bir koltuğa kıvrılırdım ya da bir köşeye. Jules Verne'den Jack London'a dünyanın tüm klasiklerini okurdum. Onun için de Kadri Amca kömürü geç alsa da ben üşüdüğümü hiç farketmedim.
Bir de Kemalettin Tuğcu vardı ama. Şimdi bu bir bardak çorba ve ekmeğin köşesini görünce aklıma gelen. Sabahçı olup öğlen eve geldiğimde, Kemalettin Tuğcu'nun romanlarından birini alır, annem ve anneanneme okurdum. Bu kadar basit ve güzeldi bizim dünyamız. Ekmek arasına taze soğan koyup yiyen çocuklar kadar basit ve ekmek arası taze soğan kadar güzel...
Geceler karanlık değil artık sevgilim.
Kapama gözlerini.
Aşkımızın şavkı vuruyor ellerimize.
Ellerimiz koca bir dolunay.
Dönüyor vücutlarımızın etrafında;
dünyayı bırakıp.
Ne gündüzler uzun, ne geceler kısa.
Ne de geceler uzun ve gündüzler kısa.
Sonsuz bir ömür var önümüzde,
zamansız.
Gündüz gece bir oldu, senle ben gibi.
Akıyoruz kalplerimize koca iki nehir.
Uzun yollardan gelmiş,
ıssız vadilerden geçmiş iki koca nehir.
Kalplerimiz artık bir.
İki nehir, uçsuz bucaksız bir okyanus.
Sen diye başlardı şiirlerim hep sana.
Biz diye devam edeceğim.
Sonsuz bir aşkız artık,
ellerimiz koca bir dolunay.
Kalplerimiz uçsuz bucaksız bir okyanus.
Biz,
ne varsa bu dünyada ve ötesinde.
Hepsi biz.
Biziz güzel kadınım.
ENDÜLÜS DİYARI - SEVİLLA - 4. ve 5. GÜN
O gün Guadalquivir nehrinin akıntısını durduran bir şey oldu. Sevilla şehri tren istasyonuna vardığımda insanların panik hallerinden hissediyordum. Yüzyıllardır bu şehrin can damarı olan nehrin durması elbette hayatı etkileyecekti. İnsanlar henüz durduğunu görmemiş ama bunu içlerinde hissetmişti. Belki de nehirde kano yapanların artık daha hızlı ya da baktıkları yöne göre daha yavaş gittiklerinden hissetmiş ama anlam verememiş olabilirlerdi. Ya da kaldı ise bu nehirde balık tutan bilge balıkçılar, balıkların kaybolduğundan, ürküp kovuklarına çekildiklerinden anlamış olabilirlerdi. Peki ya Cordoba ?...Eğer nehir burada durdu ise orada da durmuş olmalı idi. Bunu da orada Antik Roma Köprüsünden geçerken, gitarını hüzünlü melodilere yol vermiş olan müzisyenden mi anlarlardı, yoksa Kurtuba Camisi'nin bundan 700 yıl önce minaresine çıkıp, olayları önceden kestiren müezzinin sesinden mi anlarlardı, o da başka bir hikayenin anlatısı...
Otel şehir merkezinden oldukça uzaktı. Vakit kaybetmemek adına taksi ile gitmeye karar verdim. Şehir büyük bir alana rahatça yayılmış. Sanki iri yarı bir insanın koca bir kanepeye, kolları bir yana ayakları bir yana, kafası bir yana oturduğu gibi. Taksicinin tabiri ile nüfus bir milyonu geçmezmiş. Vikipedia'ya göre iki milyona yaklaşmış. Otele yerleştikten sonra otelin servis aracı ve metro ile şehir merkezine kısa bir gezi yaptım. Hava kapalı, şehir beni pek sarmadı. Bir tuhaflık kokusu. Yarın Sevilla Katedrali ve Alcazar Sarayı'nı gezeceğim. Bugün yanlarından ve sokaklarından hafifçe yürüyüp şehri kokladım. Çok geç kalmadan, sıradan bir yemekle geçiştirip otele geçtim.
Otel odasına girer girmez nefesim kesildi. Nefes almakta zorlanıyordum. Sanki bir zindanda ve hareket edemiyordum. Daha fazla dayanamayıp otelin bahçesine inip derin derin nefes almaya ve bahçenin sağından soluna, aşağısından yukarısına yürümeye çalıştım. En sevdiğim müzikleri açıp kulaklıklarımı taktım. Kulaklarımın bile nefes alamadığını hissedip çıkardım. Havadaki yağmur öncesi kokusunu duyumsamaya çalışırken ciğerlerim ona da isyan etti. Yaşadığım şehre dönmek, sevgilime, sevdiklerime doğru akma isteği ama bu akıntının hayatça durdurulduğu duygusu, demir parmakların arkasında kabullenme zorluğunu dayattı. O sırada içimdeki tüm balıklar kaya kovuklarına kaçtı, balıkçılar oltalarını toplayıp evlerine gitti. Kanocular nehre inmekten vazgeçti. Ülkemin tüm neşeli insanları suratlarını öne eğip banklara oturdu ve karıncaların yuvalarına yiyecek götürüşlerini seyretmeye başladı; eğer şanslı iseler.
Sabah yağmurlu ve kapalı bir havaya uyandım. Amacım bugün şehir pazarlarından bir ya da bir kaçını gezmekti. Fakat şehre indiğimde pazarların ve hatta dükkanların kapalı olduğunu gördüm. Önce anlam veremesem de sonra günlerden 1 Mayıs olduğunu hatırladım. Nehir durunca işler de durmuştu. Yapacak bir şey yoktu. En azından işçiler bayram yapabilirdi. Keşke bir çay demleyebilseydim, derdimi hafifletirdi.
Sevilla Katedrali dünyanın en büyük üçüncü kilisesi. Kulesine çıkmak içerisindeki işlemeleri, tabloları, turistleri, inananları izlemek uzun zamanınızı alabilir. Alcazar Sarayı bahçeleri ile birlikte devasa bir saray. Tüm Endülüs müslümanlarının sarayları gibi basit, huzurlu, bahçe ve su havuzlarından oluşan çok bölmeli bir yapı. İkisine de önceden internetten bilet alınabilir.
Sevilla'nın dar sokaklarına daldığımda içimdeki kasveti bir nebze hafifletebileceğini umduğum bir restoranın küçücük masasına oturup, bir kaç tabak tapas ve sangria söyledim.
Sonra...Sonra o sımsıkı tuttuğum parmaklarının yazdığı, öpmeye doyamadığım ağzından çıkan ayrılık mesajlarını görüp, sözlerini duyunca anladım Guadalquivir'in neden akmadığını. Neden balıkların kaya kovuklarına çekilip, balıkçıların gittiğini, pazarların kapandığını, insanların üzgün suratlarını. İçimdeki nehrin kaynağı kesilmiş, içimdeki ve dışımdaki dünya durmuş.
Sonra...Sonra o küçük karıncalardan başladı yine hayat. O derin, yeryüzünün, başkalarının ve hatta senin bilmediğin dünyalarında kıvrımlı, dolambaçlı yuvalarında, her şeyden, herkesten sakladıkları küçücük ama kocaman bir hayat sırrı ile. Ona dokunarak, ondan güç alarak. Güçlü, kadim ve ufacık bir adımla...
Nehrin geçtiği diğer şehre doğru ilerlemekten başka bir yol yoktu. Su hala varsa umut da vardı. Nehir her şeye , ağaç kütüklerine, kayalara rağmen akabilirdi. Sonuçta Cordoba efsanevi bir şehirdi.