datça etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
datça etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Haziran 2011 Pazar

Datça'ya Doğru

Yol...Kimine eziyet, kiminin yaşama sebebi. Karasevda gibi...Terketmez gönül verenini. Gitmeyince, sarar bedenini. Yemekten zevk alamazsın, alışverişten zevk alamazsın, evinde oturamazsın, gökyüzü gri gözükür gözüne, yağmurlar yağar hep içine... En kötüsüde “yol” sevdasını daha keşfedemeyenler içindir. İçindeki burukluğun sebebini bilmez. Sevgilisinde arar, işinde arar, havada arar, suda arar...Ama boşa arar köklerini. Ta ki aracının kilometre saatinde, mesafelerin akarken yüzünde bıraktığı gülümsemeyi dikiz aynasında farkedene kadar.

İşte bende “yol” sevdasına tutulanlardanım. Tüm kış boyunca yol yapmamış olmanın sıkıntısı, yüreğimi kasıp kavururken, vakit kararlaştırıldı. 19 Temmuz 2002. Zafer ki en yakın dostumdur kendisi ve kardeşi Barış olmak üzere tayfa üç kişi. Çadırda konaklayacağız. Bu arada benim “yol faresi”de ilk yol testine çıkacak. Ege’ de hala gitmemiş olup, platonik bir aşk beslediğim Datça’ya uğrayacağımız kesin. Belki sonra Ölüdeniz’e uzanacağız. Buraya kadar net bir fikrimiz var ama Datça’ya giderken nasıl bir yol izleyeceğimiz, her yolculuğumuzda olduğu gibi, arabaya binip, birbirimize “Doğu mu batı mı?” sorusunu sorana kadar belli olmayacak.



19 Temmuz Cuma akşamı saat 22:00 gibi yola çıktık. Çanakkale üzerinden gideceğimizi kararlaştırdıktan sonra depoyu ağzına kadar doldurup, Joe Cocker’ı da kasetçalara sürdük. Tekirdağ köftecilerinden birine vardığımızda vakit 01:00 gibi. Köfteleri mideye indirdikten sonra tekrar yoldayız. Gece hiçbir zaman zevk vermemiştir bana bu Tekirdağ yolu. Ama Çanakkale’ye dönüşün olduğu kavşaktan sonra işler değişir, yol değişir, hava değişir. Karşı yakaya Gelibolu’dan geçmeye karar veriyoruz. Fazla beklemeden arabalı vapura biniyoruz. Yol akıp gidiyor. Sağım, solum bulutların arasından hayal meyal görünen ay ile aydınlanan tarlalar. Yukarıda yıldızlar ki hep beni izliyorlardı bugüne kadar. Bilemedim onları onikisinin dışında. Oysa onlar değil oniki, onikibindende fazlaymışlar. Şimdi, gözlerimden yansıyıp, beynime kazınıyorlar. Bir daha unutmamam için yerlerini. Şafak söksün artık.



Kaz Dağlarından geçiyoruz. Çam sıcağı var etrafta. Açız olabildiğince. Kahvaltı yapmak lazım. Yeşilyurt köyü sapağında, ufak bir yer görüyoruz, yanında çeşmesiyle. Ustaya soruyor Zafer “Kahvaltı var mı?” Herkes susmuş, cevap bekliyor. Arabanın iyice ısınmış egzozundan çıkan ritmik ses, henüz daha kaynağına yakın olan çeşmeden akan suyun sesiyle, ustanın “evet” cevabına karışıyor. Herkes mutlu. Oturuyoruz büyücek bir masaya. Önce ekmekler geliyor. Domates, beyazpeynir,z eytin…Yeşilyurt’un müthiş zeytinyağı gezdirilmiş her tabağın üstünde ve her tabak orman kekiğiyle süslenmiş. Bal, tereyağ. Çayda geldi. Ustaya “menemen” diyoruz. Usta “Arzular şelale” deyip, mutfağa yöneliyor. Menemende geliyor. Ala…




Bu tabaklar ne zaman bitti, ne zaman açtık biz, gün ne zaman doğdu? Söz veriyoruz, dönüşte yine buradayız. Yeşilyurt’u bırakmayıp içine giriyoruz köyün. Burası bildiğiniz köylerden farklı. Büyükşehirlerden kaçanlar burada alternatif bir yaşam biçimi başlatmışlar kendilerine. Sadece Türk değil, yabancılarda var. Tepelere doğru çok kaliteli hizmet sunan kafeler ve oteller var. Öngen Otel’de bir kahve içmek için içeri giriyoruz. İnsanlar hala uyuyor. Kendimize birer kahve alıp, tepeden, tanrıların görüş açısından vadiyi ve uzaklardaki denizi seyrediyoruz.


Ayvalık’a doğru ilerliyoruz. Daha sabah, daha gün bebek, deniz kıpırdamamış gece boyu. Kimse yok sahil boyu. Kendimi denize bırakıyorum. İlk kavuşmamız gerçekleşti Ege’yle. Gün boyu uyumamanın verdiği yorgunluk hissettiriyor kendini. Cunda adasına geçip, adanın arka tarafında bulunan Ortunç’taki Ada Camping’in şezlonglarına atıyoruz kendimizi. Çok nezih bir kamp yeri burası. Karavanda veya çadırınızda çok güvenli bir şekilde kalabilirsiniz. Ünlü tiyatro sanatçılarımızın ve birçok yabancı turistin burada konakladığını belirteyim.

Şezlongda uyuma düşüncemi gerçekleştiremiyorum. Deniz ve yorgunluk uyumamı engelliyor. Saat 16:00 gibi tekrar yola koyuluyoruz. Tek şöför olmam nedeniyle yorgunluk hat safhada. Ayvalık’ta dayımlara da bir selam edip, İzmir’e varıyoruz. Saat 18:00 civarı. Kordonda yürüyüp, birer “kumru” yiyoruz. Ülkemizin diğer şehirlerinde gördüğümüz kumrunun memleketinde, yemeden olmazdı. Gece konaklamamızı Bafa Gölünde yaparız diye düşünüyorum. Yıllar önce Bafa’dan bisikletle geçerken çok şirin bir kamp alanı ile karşılaşmıştım. Amacım çadırı orda kurup geceyi geçirmek. Fakat iki gündür uykusuzum ve artık direksiyonu tutacak halim yok ve hiç yol tecrübesi olmayan Zafer’e Söke’de arabayı veriyorum. Hüseyin Amca’nın gölün kenarındaki lokantasına geldiğimizde saat 24:00 civarı. Hüseyin Amca kamping olayını artık kapattığını ama bize bahçesinde yer olduğunu söylüyor. Çadırı yirmi dakikada kurup içine girdiğimizde ben hemen uyumuşum. Şafak sökerken çadırın kapısından, gece yorgunluktan göremediğim müthiş göl manzarasına bakıp “Muhteşem” dediğimde, birinin de “evet, gerçekten harika” dediğini duyuyorum. Meğer sadece ben uyanmamışım. Barış gölün o manzarasına şafakta bana eşlik ediyormuş. Sonradan öğrendiğime göre hiç horlamayan ben, o gece yorgunluktan kafayı koyar koymaz horlamaya başlamışım ama beni uyandırmaya kıyamayıp, katlanmışlar gürültüye. Sabah göl kenarında muhteşem bir kahvaltı daha ediyoruz. Hüseyin Amca’ya teşekkür edip yola koyuluyoruz. Artık hedef Datça. Chris Rea tüm yaz, yol ve aşk parçalarını sıralarken biz Marmaris’i geçip Datça yoluna giriyoruz.



Datça yolu daha önceden de bildiğim gibi bol virajlı ve dar. Doğal güzellikte bunla doğru orantılı. Fakat yol yapımı hat safhada. Her ağacın arkasında bir iş makinesi. Yolun bazı kısımları iyice genişletilip otoban yapılmış neredeyse. Datça’daki yaban yaşamı bu çok etkiliyor. Yarımadada bazı doğal bölgelerin birbirleriyle, yol ve yerleşim yerleri yüzünden bağlantısının kopması, kendini bugüne kadar insanoğlundan uzak tutabilmiş yarımadanın geleceğini kötü yönde etkileyecek. Datça’ya gelmeden yolun solundaki Aktur tesisleri mavi bayrağıyla hizmet veriyor. Oldukça iyi bir tesis. Bundan sonraki Orman İşletmelerinin yeri ise ucuz olduğundan genelde dolu. 70 km.lik yol bitmek bilmiyor, doğal güzellikleri de... Datça merkeze vardığımızda, Ilıca Kampinge çadırımızı kuruyoruz. Merkeze yakın, nezih, ucuz, yanında kükürtlü göl, plaj önümüzde, komşularımız İtalyan. Ala...



Datça adını “stadia” kelimesinden alıyor. “Durağan” manasına gelen bu kelime zamanla “Dadya” olmuş. Sultan Reşad döneminde “Reşadiye” adını alan yarımada 1928’de Datça adına kavuşmuş. Nüfusu kışları yaklaşık 15.000. Oksijeni en bol yerlerden biri bu fani dünyada. Sürekli esen rüzğarı sörf için ideal. Balığı, bademi,balı,inciri ünlü. Ha birde salyangozu. Datçalılar “karavilla” diyorlar. Özellikle şubat sonu toplanan salyangoz, pişirilip, yeniyor. Tatmayı çok isterdim ama kışın bulunabiliyor. Hemoroide iyi geldiği söyleniyor.



“Bük” Datça’da ufak koylara verilen bir ad. Yüzlerce hatta bini buluyor sayıları. Hepsi ayrı güzellikte, ayrı sessizlikte. Hayıtbükü, Palamutbükü, Domuzbükü, Kızılbük...Aklınıza gelen her isme bir bük ekleyin, Datça’da mutlaka vardır. Deniz hepsinde, hiç görmediğiniz güzellikte. İsterseniz bir bükte sadece kendi başınıza olma imkanınız bile var. Sadece senin cennetin. Başka ne istemiştin ki bu sonlu hikayeden. Güneş aydınlattı gününü. Sana yetebilecek kadar toprak verdi Tanrı. Önünde ışık oyunları oynayan deniz, karnını da doyurur acıktığında. Zamana yetişmek gibi bir sorununda yok. E o zaman bu acelen ne insanoğlu, bu hırsın niye? Aklım oyunlar oynuyor bana, sıcak kumların üzerinde yatarken. Datça’nın hiç dinmeyen rüzğarı, yelpaze sallayan huriler misali. Bir ara saat kaç ki diye soracak oluyorum kendime. Vazgeçmem öbür dalganın kıyıya vurmasını bile beklemiyor. Saf mutluyum.



Eski Datça kıyıdan biraz içeride. Taş evler, begonviller, badem ağaçları, köy kahvesi. Biraz ileride “Can Yücel” sokağı. Dediği gibi “elimle koymuş gibi buldum” Datça’yı. Yarımadanın ucuna doğru giderken Datça’nın havasının ne kadar sıhhatli olduğuna dikkat çeken bir efsaneden bahsedeyim. Emecik Dağı yanındaki Emecik köyünün karşısındaki Sarı Limana zamanında korsanlar cüzzamlı hastaları bırakırlar, ölsünler diye. Cüzzamlılara ise buranın havası iyi gelir, iyileşir ve Emecik köyüne yerleşirler.




Knidos, yarımadanın tam ucundaki antik kent. İ.Ö 7.yy civarında Dorlar tarafından kurulmuş. İlk arkeolojik çalışmayı İngiliz Sir Charles Newton yapıp, her zaman olduğu gibi kıymetli parçalarıda Londra’ya götürmüş. Knidos bir antik kentten çok öte. Anlatmaktan öte, gören gözden öte...




Gece oluyor, Datça’nın merkezine yürüyoruz. Gece hayatını sevenler için birkaç mekan var. Klasik turstik eşya satıcıları. Bizi çekmiyor. Sahile iniyoruz. Şezlonga uzanıyoruz. Rüzğar hiç dinmedi ama asla rahatsız edici değil. Herkes kendi rüyasına dalıyor. Uyuyoruz.




Ertesi sabah tekne ile bükleri dolaşmak üzere bir tura katılıyoruz. Tekne ne büyük ne küçük. Kalabalık değiliz, yolcular bilinçsiz turist değil. En üst kata tentenin altına yarı yatar, yarı oturur, yarı uyur biçimde konuşlanıyoruz. Daha sıcak olan böreklerimiz ve buz gibi suyumuz. Ala...


Gördüklerim halüsinasyon mu? Yoksa deniz, dağlar ve orman birbirleriyle böyle oyunlar oynar mı? Arasıra bükün birinde demirleyip, en üst noktasından denize atlıyoruz. Su soğuk ve o kadar berrak ki her yerde. 20 metre aşağıda balıkların geçtiklerini rahatça görebiliyorsunuz. Aşağıda bambaşka bir dünya. Datça’da denize giren, bir daha başka deniz beğenmez. Başka deniz beğenmez...Sualtına olan ilgi grafiğim Datça’dan sonra yükselen bir trende giriyor. Turun bitmesini istemiyoruz ama gün batıyor ve limana dönüyoruz. Gece plajda muhabbet uzuyor ama dalgaların ninnisi, uykunun kollarına alıyor bizi yine.



Dönüş yoluna başlıyoruz. Üç günümüz var. İlk gün akşama doğru Eski Foça’ya varıyoruz. Çadır kuracak düzgün bir yer bulamıyoruz. Denizi de beğenmeyince, merkeze gelip, Foça’yı dolaşmaya başlıyoruz. Bir tuhaflık var. Foça’dan çok daha fazla şey beklemiştik biz. Durmadan dolaşıyoruz. Yok, yok, yok...Gönül vazgeçme, göz tutunacak bir dal arama çabasında. Bir sokağı dönünce gözlerimizdeki perde kalkıyor. İşte muhteşem evleri ile Foça. Ege’nin diğer ucuna gitmiş gibi oluyorsunuz. Her zaman keşfetmek için bakan gözlerimize ödül mü bu Tanrım? İnsanoğlu burada da uğraşmış. Hiçbir mimari özelliği olmayan beş, altı katlı yazlık apartmanlar burada da var. Gücü yetmemiş daha, Rumların her bir köşesi ayrı estetiğe sahip, taş evlerinin Foça’ya hakim atmosferini bozmaya. Manisa kebabı yiyoruz. Salata, yoğurt, küçük kebap tadındaki köfte ve altında pide ile. Limanda oturuyoruz. Önce İyonyalıları görüyorum, Cenevizliler Yeni Foça’ya doğru ilerliyorlar. Ya şu??? Odysseia kendini gemi direğine bağlatmış, Sirenlerin büyülü ezgilerini dinliyor...



İkinci günün gecesi Cunda’da kalıyoruz. Tüm gece yağmur yağıyor. Çadırın içinde yağmurun sesini dinliyoruz. Toprağın kokusunu hafızamıza kazıyoruz. Sabah kalkıyoruz. Güneş son kez doğuyor bugün. Şirin bir köy pazarından alışveriş ediyoruz. Kazdağları’na varıyoruz. Usta’ya selam edip, oturuyoruz masamıza. Ritüeli eksiksiz tamamlıyoruz. Çanakkale Boğazı’nda kendimi akıntıya bırakıyorum...



Saat 00:30. Yer İstanbul. Karşımızda Fatih’in yaptırdığı Tophane. Yanımızda Nusretiye Camii, Çaprazımızda Kılıç Ali Paşa Camii. Oturmuşuz. Kimseler yok. Nargilemizin ateşi hala kor. Çay bardağından çıkan duman ile nargilemizin dumanı karışıyor, tarih kokusu karışıyor, anılar karışıyor. Neredeydik biz bir hafta boyunca? 2423 km. yolu nerelerde yaptık? Şu an sahip olduğum huzurun kaynağı sadece yapmış olduğum yol muydu? Yoksa oturduğumuz mekanın mistik atmosferimi bunun sebebi? Herkes uyuyor, İstanbul seyrediyor bizi, biz İstanbul’u. Sorular bitmiyor. Nargilemin, ateşi söndü .Cevap veren yok. Yoruldum, senin gibi. İyi geceler İstanbul. İyi geceler...