kos etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kos etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Haziran 2011 Pazar

Kos-Rodos-Simi

Aylardır görmemişim mavi yüzünü ne göklerin ne denizin. Sensiz hayatın özünden yoksunum ben ey güneş. Gözlerimizi kaplayan gri bulutlara hayal etmemi sağladığı için şükran borçluyum belkide. Ama şimdi gerçeğe dönüşme vakti; sobeledim seni mevsimlerin efendisi yaz.



Geçirdiğim kışın onca yağmuru ile ıslanıp, aklımın derinliklerinde düşlediğim tatile büründüğümü kimseye söylemeden, dört arkadaş hazırlıklara başlamıştık. Bodrum ve aklı havada sevgilisi Kos; birbirine deli gibi aşık Datça ve Simi; yeldeğirmenlerinde zamanı öğüten yaşlı bilge Rodos. Tanışmak , tanıştığının orada biryerlerde olduğu bilincini verir insana. Ben, orada olduğu bilincinde olduğum Onikiadaların en ünlülerinden üçü ile tanışmaya gidiyordum. Ve onları unutmama yolculuğunda, daha yolun başındaydım...



İstanbul’dan bir acenta vasıtasıyla teknemizi ayarlayıp, vizelerimizi de aldık. Tekne tam pansiyon. Bodrum’dan bineceğiz. Teknenin fotoğraflarını görsek de, kamaralar merak konusu. Gerçi aklımda sürekli güvertede yatmak var, ama hayatımda hiç güvertede yatmadım ve sürekli güvertede yatmak mümkün olur mu bilmiyorum.




Yolculuğun her kilometresini yaşayabilmek için Bodrum’a araba ile gitmeye karar veriyoruz. Yenikapı’dan Bandırma feribotuna sabahın erken saatlerinde binip, öğlene doğru indiğimizde kendimizi Susurluk ayranı içip, tost yerken buluyoruz. Üstüne bir de dondurmalı tavuk göğsü yedikten sonra, akşamüstü Bafa Gölü’nde Hüseyin Amca’nın yılanbalığı ziyafeti için hazırız.



Saat 16:00 gibi Bafa’nın muhteşem coğrafyasına ulaştığımızda, gidiş yönünde solda, ilk görünen tesise giriyoruz. Burası yıllar önce İzmir-Bodrum bisiklet turu yaparken tanıştığım Hüseyin Amca’nın yeri. Sonra defalarca uğradığım bu salaş ama keyifli lokantada, göl kenarındaki masamıza kurulup önce soğuk biralarımızı söylüyoruz. Hemen salatamızı ve yılanbalığımızın siparişini verip, ay tanrıçası Selene’in, sevgilisi çoban Endimon’a yaktığı ağıtları dinliyoruz. Karşı dağlardan kaval sesleri geliyor gibi...


Bodrum’a varıp, teknemizi bulduğumuzda vakit geceye, bedenler uykuya kavuşmak üzere. Kamaralar fena değil. Her kamaranın tuvaleti var . Fakat ufak oluşu herkesi biraz tedirgin ediyor. Sonuçta bulunduğumuz bir gulet, bir otel odası değil. Zaten kimsenin kamarada vakit geçireceği yok. En fazla uyuyacağız. Bodrum’un lazer ışıkları, hareketli müzikleri, baştan çıkarıcı parfüm kokuları arasında, güvertede yatacağım yeri bulup, yastığımı koyup uzanıyorum. Gökyüzünde yıldızlar, yeryüzünde ben varım. Yarı uyur haldeyim. Bir hayalin başlangıcında rüyaya dalıyorum. İyi geceler…



Teknede 9 kişi var. Biz dört kişiyiz. Teknede bizim dışımızda yolcu olarak bulunan evli bir çiftle yol boyunca hatta tatil sonrası da çok iyi dost olduk. Fedai Kaptan ve tayfası toplam üç kişi. Kaptan limanda işlemlerimizi hallediyor ve ahçımız Erman, bize yolculuk boyunca yapacağı lezzetli yemeklerine muhteşem bir omletle başlıyor. Kos’a doğru yola çıkıyoruz. Bir saat kadar süren bir yolculuktan sonra Kos’a varıp, çevre turuna başlıyoruz. Kos, diğer adı ile İstanköy’de üçyüz yıl Türk hakimiyeti sürmüş. 1933’deki büyük depremden sonra çoğu bina yıkılmış. Bugünkü yerleşimler o kalıntıların üstüne kurulmuş. Yine de Osmanlı mimarisini çevrede kolaylıkla görebilirsiniz. Kos, gelmiş geçmiş en büyük hekim sayılan Hipokrat’ın memleketi. Adayı dolaşmak için motorsiklet kiralama isteğimiz, ehliyetimiz olmadığından başarısızlıkla sonuçlanınca, kendimizi sahile atmadan önce biraz çörek ve soğuk içecek alıp, Bodrum’a doğru kendimizi güneşe ve denize teslim ediyoruz. Dalga sesi ve kendi iç sesimizden başka bir ses yok. Kendim bile benle konuşmayı kesiyor…



Kos’un ara sokaklarına kendimizi vurup, camiler, kiliseler, bu kiliselerde gönüllü çalışan yaşlı teyzeler buluyoruz. Kos, Avrupa’nın genç nüfusundan aşırı talep alan bir ada. Bir sürü otel, pansiyon, hostel genç turist grupları ile dolu. Gece hayatı ise hoşlananlar için çok davetkar. Genç turist grupları bir bardan çıkıp diğerine giriyor ve gece onlar için böyle ilerlerken, biz biraz içtikten sonra teknemize çekiliyoruz. Güvertedeki yerimi alıp, yarın Simi (Osmanlıca ve Türkçe’de kullanılan adı Sömbeki) için yola çıkacağımız zamana yatıyorum.


Sabah erkenden teknenin motor sesine uyanıyorum. Hava aydınlanmış. Etrafıma bakınca, dün gece benle beraber güvertede uyuyanlardan bir bölümünün kamaralara kaçmış olduğunu görüyorum. "Mavilikleri yara yara ilerlemeye başlıyoruz" diyorum çünkü bugün dalgalar biraz heybetli. Mayışmış bir vaziyette Kos’un geride kalışını, uzaklardaki Türk topraklarını, ufku seyredip duruyorum. Hafif su serpintileri, diğerlerini de korkutup kamaralara kaçırınca, tekbaşınayım, denizdeyim. Kaptanla biraz sohbet ediyoruz. Denizci olur da maceraları olmaz mı? Teknedeki personelden biri de oğlu. Bir Datça denizcisi Fedai Kaptan.



Deniz duruldu ve herkes güverteye çıkıp kendine bir yer buldu. Kimi kitap okumaya, kimi tavla oynamaya, kimi de güneşlenmeye başladı. Ufukta görünen kara parçasına yaklaşmaya başladık. Simi’nin hemen yanındaki uydu adacığı Nimos ile arasındaki dar boğazdan geçip, koylardan birine demirliyoruz. Koyun girişindeki küçük kilise başka topraklarda olduğumuzu anlatıyor, küçük kırmızı kubbesi ile.



Teknenin en yükseğinden maviliklere atlamalar, kıyıya kadar yüzmeler, şnorkelle dalmalar, kıyıdaki plajda güneşlenmeler, herkes yapılabilecek herşeyi yapıyor. Hatta aramızdan bazıları yüzerken yerel halktan biri ile tanışıp Simi’de akşam Zülfü Livaneli konserini olduğunu, Ege’nin iki halkının aslında birbirinin dilini anlamadığı halde nasıl anlaşabileceğini ispatlarcasına gelip teknedekilere söyleyince herkesi bir coşku kaplıyor. Anlaşılan akşam Simi’de bir konserde olacağız.



Bu kadar hareket açlıkla sonuçlanınca, mutfaktan güzel kokular gelmeye başladı bile. Tüm ekip yemeğimizi yerken kaptan Simi’nin merkezine doğru gitmek için demir aldı. Burnu dönüp Simi’yi gördüğümde aşık oldum. Neo-klasik tarzda evler en fazla üç-dört katlı. Şirin küçük bir liman olan Simi’ye sarı hakim, güneş sarısı. Denizin mavisi, gökyüzü ile yarışıyor. Tepelerde ufak bir iki kilise göze çarpıyor, aşk kokuyor Simi. Denize, hayata, karşı cinse, Tanrı’ya…Kesinlikle aşk kokuyor bu ada.



Simi eskiden bayağı zengin bir adaymış. Bu zenginliğini süngere ve gemi yapımcılığına borçluymuş. Şimdi bu sektörlerin yerini turizm almış ama ada Rodos’a bağımlı. Turistler genelde Rodos üzerinden geliyor. Ayrıca su bulunmadığından, diğer ihtiyaç maddeleri gibi Rodos’tan alınıyor. Adadaki Panormiti koyu en çok gidilen yerlerinden biri Simi’nin. Bu koyda bulunan kilise Yunanlı denizcileri haç yeri. Hatta Yunanlı denizciler savaşa giderken buraya mutlaka uğrarmış.

Limana yanaşıyoruz. Kendimi alıp, sokaklarına dalıyorum. Limandaki saat kulesinin aksine insanlarda telaş yok, zaman kayıp. İnsanlar zamanı verip, kendilerini almış gibi. Ben de onlara uyup, sağ tarafa tepedeki kiliseye doğru ilerlemeye başlıyorum. Limanı yukarıdan gören bir konuma sahip ibadethanenin yanındaki ufak evin kapısından içeri kaçamak baktığımda, kilisede görevli yaşlı teyzelerin lokma tarzı bir hamur işi yaptıklarını gördüm. Büyük bir tencerenin içinde biri hamuru yoğuruyor, diğeri hamur parçalarını koparıp kızarttıkları tencereye atıyor, öbürü ise kızartılanları tencereden alıyordu. Biri beni görmüş olmalı ki yaptığı işi bırakıp kiliseye davet etti. Kilisenin içini gezdikten sonra bana yaptıkları hamurdan ikram etti. Lokma halinde kızarmış sade hamurun üzerine toz şeker atılmış. Birkaç tane yiyip, teşekkür ediyor ve limana doğru inişe geçiyorum.

Merkezdeki ara sokaklar dışındaki sokaklarda hiçkimse yok. Herhalde Akdeniz ve Ege’ye özgü siesta vakti. Bir yerlerden ayin sesi geliyor. Sesi takip ettiğimde yine bir kiliseye çıkarıyor beni. İçeri girdiğimde kandili sallayan pederden başka kimse yok. Herhalde vefat eden kimsesiz biri. Ben de oturup ayinin bir parçasını dinliyorum, son yolculuğunda birileri olsun yanında diye.

Tekneye dönüp diğerleri ile buluşuyorum. Akşam güzel bir lokantada kendimize bir balık ziyafeti çekmeliyiz. Sokak aralarında gördüğüm bir lokantayı öneriyorum. Mavi bir dükkan, beş-altı masa, orta yaşlı çiftin aile işletmesi. Sokak aralarındaki mutfaklar mutlak biçimde kendisini merkezde turistlere şaşalı biçimde pazarlayan mekanlardan daha iyi ürünü, daha az paraya, daha içten sunarlar. Dolayısı ile çok daha güzel bir yemeği çok daha ucuza ara sokaklarda bulabilirsiniz. Bu hem size yerel mutfağı tam anlamıyla tatmanızı sağlayacak ve paranızı cebinizde bırakacaktır. Öyle de oluyor. Egenin ortak mezelerinden tatları, adını bilmediğimiz sinarite benzer bir balığı ve uzoyu afiyetle yiyip, içiyoruz. Balık kilo ile satılıyor. Vitrinde istediğiniz balıktan ne kadar alacağınızı söylüyorsunuz, size fiyatını söylüyor ve seçtikleriniz mutfağa pişmeye gidiyor. Hafif çakırkeyif olarak öğlen sözü edilen konserin nerede olduğunu araştırmaya başlıyoruz. Limanın üst tarafında bir yerlerde olduğunu söyleyen insanlar var. Limanın üstünde bulunan, merdivenlerle ve dar sokaklarla ulaşılan kesime Korio deniyor. Yerel halkın ikamet ettiği yerleşim yeri burası. Giderken sadece iki tane olan taksilerden biri ile ulaşıyoruz buraya. Sonra ara sokaklarda oyun oynayan çocuklar rehberliğinde, labirent misali sokaklardan geçerek bir meydana geliyoruz. Masal gibi bir meydan burası. İplere dizili ampüller altında bir bayan vokalist ve üç kişiden oluşan bir grup şarkılar söylemekte. Beyaz plastik sandalyelerde halk onları dinliyor. Mahallenin gençleri köşede arkalarını bir ağaca yaslamış, diğer taraftaki genç kızlara bakışlar fırlatıyor. Çocuklar meydanın taşlarında oturmuş, çeşitli oyunlar oynuyor. Film sahnesi gibi. Kendimize bir sandalye bulup oturuyoruz. Şarkılar yabancı değil. İki yakanında tınıları bunlar. Zülfü Livaneli’nin değil ama onun şarkılarının söylendiği bir konser olduğunu anlamakta zorlanmıyoruz. E o kadarda yanlış anlama olacak deyip, konserin böyle olduğuna daha çok sevinmeye başlıyoruz. Sanki melekler şarkı söylüyor, biz cennet krallığındayız. Sandalyemde halkı seyrederken hafif bir uykuya dalıyorum. Arkadaşların dürtmesiyle uyanıp, ara sokaklardan limana doğru inmeye başlıyoruz. Ay ışığında limanı yukarıdan gören, hoş bir kafeye oturup “frappe” lerimizi yudumlarken, yarın buradan ayrılacak olmanın hüznü karışıyor mutluluğumuza…


Motorun sesine uyandığım o sabah ömrüm boyunca hafızamdan silinmeyecek Sarı binaları üzerinde bir sis var Simi’nin. Deniz ölü gibi. Süzülerek ayrılıyoruz masallar diyarından. Hedef ortaçağın en ünlü kentlerinden biri olan şövalyeler diyarı Rodos. Üşüyenler yine kamaralarına giriyor. Ben ise battaniyeyi üzerime çekip denizi, yanımızdan geçen tekneleri seyretmeye koyuluyorum. Sürekli denizde yol almanın ve geceleri üstü açık teknede yatmanın benzersiz tadının her saniyesinin keyfini çıkarıyorum. Bir ara bize eşlik eden yunuslarla beraber yol alıyoruz. Yaklaşık üç-dört saat sonra Rodos’un uzun sahilleri, lüks otelleri ve yeldeğirmenleri bizi karşılıyor. Bu dünyaya çok daha önce gelsek ve antik bir gemi ile amforalar taşısaydık bu ada kentine, bizi 30 metre yüksekliğindeki, dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Rodos Heykeli karşılayacaktı. Heykelin nasıl heybetli durabileceğini düşünürken Mandraki Limanı’ndan içeri sokulup, demirliyoruz. Güçlü bir kahvaltıdan sonra, limanın sağ ve sol yanındaki plajlardan vazgeçip, şehri tanımayı ertesi güne bırakıp, hep beraber bir minübüs kiralayıp, adanın Faliraki, Atantou, Tsampika, Faraklos gibi sahillerinin birer birer tadına bakıp, Lindos’a varıyoruz. Burası adanın en ünlü plajı. Akropolü ile de turistleri cezbediyor. Sokaklarında alışveriş yapabilir, huzurlu kafelerinde yemek yiyip, soğuk birşeyler içebilirsiniz. Plaj adanın belki de en güzel kumuna ve denizine sahip. Bütün gün denizde aylaklık edip, akşama doğru şehire dönüyoruz. Teknede yemeğimizi yedikten sonra, kısa bir tanışma turu atıyoruz sokaklarında Rodos’un. Sokrates Caddesi’nde uzun zaman geçirip, ilginç hediyelik eşyalara bakıyoruz. Şövalye kılıçları, zırhları, bayrakları…

Sabah erkenden kalkıp, şehri tanımaya adıyoruz günü. Surlarla çevrili eski kentin bir kapısından zaman tüneline giriyoruz. Nereye baksanız tarih. Birkaç müzeyi kapsayan bir bilet alıp sırası ile dolaşıyoruz. En son Şövalyeler Sokağı’ndan, Büyük Üstadlar Sarayı’na doğru çıkıyoruz. Bu ihtişamlı saraya yine kendisine yakışır sokaktan çıkılıyor. Bu sokakta şövalyelere ait binalar yer alıyor. Bu kadar zamana rağmen tüm binalar, surlar çok sağlam ve yeni gözüküyor. Restore edildiği belli ama orjinalini bilmesem de, hala tarih kokuyor. Sıcak bizi bezdirince ve kendimizi limanın sağ tarafındaki plajda buluyoruz. Kendimizi Ege ile Akdeniz’in birleştiği sınır sularına bırakıyoruz. Hatta sahilin açığındaki yaklaşık 20 metre uzunluğundaki kuleden denize atlamalar gerçekleştiriyorum dakikalarca…




Akşama doğru plajdan ayrılıp, küçük bir tren biçimindeki, şehir turu yapan araca biniyoruz. Vatmanımız motoru çalıştırıp, tura başlıyor, hem şehri tanıtıyor, hem aracı sürüyor. Bu arada şehirdeki her esnafla, balkonda oturan her Rodosluyla selamlaşıyor. Belli ki çok sevilen biri. Şehrin yüksek noktalarından birine çıkıp, manzarayı seyrediyoruz. Güney Ege sahillerimiz uzanmış ufka. Rodos’a gelen herkesin bu turu yapmasını hararetle öneririm.


Yine limanın sağ tarafında bulunan pastaneler, birçok tatlı, tuzlu çeşidiyle ve Nicos’un az ama içten Türkçesiyle bizi masalardan birine oturtturuyor. Yediğimiz her pasta enfes tadlara sahip.

Gece barlar sokağında oturup, geleni geçeni seyrediyoruz. Bir teknemiz olduğunu hatırlayıp limana dönüyoruz. Gruptan arkadaşımız, akordiyonunu çıkarıp çalmaya başlıyor. Şarkılar, şarkıları kovalarken, yandaki Alman bayraklı teknedekiler, Türk Marşı ile birlikte tekneden inip, sahilde oynamaya başlıyorlar. Halleri öyle komik ki; Türk Marşı eşliğinde garip hareketler yapan Almanlar.



Artık Türk karasularına dönüyoruz. Datça’nın ucundaki Knidos antik kentinin olduğu yere demirleyeceğimizi söylüyor kaptan. Bu kadim şehrin sularında koca bir gün, denize giriyor, her türlü atlayışı deniyor, kıyıya çıkıp, balıkçılarla konuşuyoruz. Kıyıda bir balık lokantası var ama tek yer olması ve neden olmadığını anlamadığım şekilde balık azlığından dolayı fiyatlar yüksek. Ahçımız Erman günboyu birşeyler pişirip duruyor. Balık tutma deneyimlermiz çok olumlu sonuçlanmayınca, kaptan zıpkını ile dalışa geçiyor ama nafile. Gece yine akordiyon ile herkesin gönlündeki şarkıları söylüyoruz. Bu arada karşıdaki teknenin tayfası, botla yanaşıp istekte bulunuyor; bir şişe de şampanya getiriyorlar.



Ertesi gün Bodrum koylarında deniz, kitap, uyku, denizyatağı aktiviteleri ile geçiyor. Gece kaptanın tekila partisinde herkes sarhoş oluyor ve sabah yine güvertede rüyaya daldığım yerde uyanıyorum…Gördüğüm rüyayı ise hiç unutmuyorum…