"Bu bir içsel yolculuğun arkasındaki Büyükada anılarıdır."
Denizin ortasında, bir o yana bir bu yana yatan vapurun kıç kısmında durmuş denize bakıyorduk. Yağmur çiseliyordu ve aylardan Marttı. Sıkıcı bir iş haftasının üstümüzdeki kalıntılarını yıkıyordu yağmur. Keskin bir yosun ve iyot kokusu vardı.
Vapurun iskeleye yanaşma ritüelleri gerçekleşirken, az sayıdaki yolcu yaz itiştirmelerinden uzak, sabırla bekliyodu. Ada sabır demekti. Sabrı olmayanlar geçici idi. Halat havada süzüldü ve becerikli eller koca vapuru iki hamlede karaya tutundurdu.
İskeleye ayak bastığımızda adada olmanın kanıtı burnuma mührünü vurdu. At dışkısı kokusu...
"Bu,
akşam senin geldiğin vapur.
Hani,
benim seni iskelede beklediğim.
Yalnızlık kasırgasından bir aman almak için,
omzuna yaslanmak istediğim.
Bu,
senin hiçbirşeyden haberi olmayan,
dalgalar gibi bordasına vurduğun vapur."
İlk gençliğimden beri adalar benim için çok önemli idi. Lise yıllarında arkadaşlarla pikniğe gider, şimdi uzağında olduğum o görüntülerde pek bir eğlenirdik. Ne tuhaftır hayatın insana oynadığı. Küçükken meyve aşırırken karşısında duran, kovalayan adam oluveriyorsun büyüdüğünde çocukları..
Bazen de bisiklete atlar adayı karış karış dolaşırdım. Adada yaşamak hayaldi, hatta bir gece kalmak.
Yaklaşık sabah saatleri idi. Açık olan sabah kahvelerinden birine oturup, çıtırdayan sobanın yanında çay içip, kıymalı böreğimizi yedik. Kahvede birkaç yaşlı okey oynuyor, biri televizyon seyrediyordu. Yalın ada vardı karşımızda. Martı çığlıkları, kaşık şıkırtısı ve yağmur sesi...
Saat kulesinin bulunduğu meydana doğru yürüdük, yağmur şiddetini azalttığında. En doğru ulaşım aracı olan bisikletlerimizi kiraladık. Yürümek daha gezmek bitmemişken yorar, faytonla her yere giremezsiniz. Oysa bisiklet öyle midir? Uzun bir yokuşu çıkarken küfürler savurursunuz ama aşağı doğru inerken rüzgar size şefkat dolu sözler söyler.
Saat kulesinin bulunduğu meydanda iki seçenek vardır. Ya Maden tarafına yönelirsiniz ya Nizam tarafı. Biz Nizam caddesine döndük. Burası Maden tarafına oranla çok daha fazla köşkün, lüks konutların ve zenginlerin yerleşkesidir. Dil Burnu’na ve Aya Yorgi’ye doğru yola koyulduk.
"Ada insanını bekler.
Hüzün açar kapıyı,
içeri girersin.
Leylak kokularında yolların,
faytonlar hatır sorar"
Dil Burnu'na vardığımızda biraz yokuş tırmanıp Eski Lunapark meydanına vardık. Burası Küçük Tur’un son noktası. Buradan adanın arka tarafına doğru Büyük Tur'a devam ederler. Ya da Aya Yorgi’ye çıkan yokuşun başındaki lokantada mola verirler. Cesaretli olanlar yokuşu tırmanmaya başlar; bizim gibi. İsteyenler hemen lokantanın karşısındaki eşeklerden kiralayıp eşek üstünde de çıkabilirler.
Elimizde bisikletler yokuşu 30 dk da tırmandık. Kendimizi Yücetepe Kır Gazinosu'nun tahta masalarından birine attık. Buradan adanın tüm çevresini görebilirsiniz. İstanbul sis ve yağmur altında idi. Orada hiç yaşamamış olsam ne kadar sessiz ve sakin bir yer derdim. Bir tablo gibi gözüküyordu. Bu tahta masada oturup şarabını yudumlayan bir ressam çizmişti sanki. Yalova tarafından gelen şilebin, önündeki küçük balıkçı teknelerine attığı uzun bir haykırış da sonsuzluk içinde kaybolup gitti.
Yücetepe adanın en yüksek noktası. Aya Yorgi adında bir kilise mevcut. Efsaneleri meşhur. Yılın iki günü tüm İstanbul burada nerede ise. Kalan günler ise huşu içinde ulaşılmaz biçimde o İstanbul’u seyrediyor.
Bir şişe şarap bittiğinde tüm dertlerimiz de İstanbul gibi sakin ve görünmez oldu. Acaba Bizanslı soylu sürgünlerde, keşişlerin buradaki bağların üzümlerinden yaptığı şaraplardan içip eski günlerini mi anıyorlardı? Yoksa burada olduklarına şükür mü ediyorlardı? Gözlerine çekilen mil olmasaydı, herhalde burası sürgün olarak adlandırılamazdı. Bu güzelliği göremedikleri için çok daha acı geliyordu sanırım. İşte o acı, hüzün ve Bizans rutubetinden asla kurtulamıyor ada. Ama bence adalara bu çok yakışıyor. Sabır, hüzün ve rutubet...
Aslında tüm istediğimiz bir Cumartesi'yi, yağmur eşliğinde şarap içip sucuk yiyerek Aya Yorgi’de geçirip daha sonra bu yaşadıklarımızı aynı döngünün çarkları arasında öğütmekten başka bir şey değildi. İki şişe şarap bitirmiş, 30 dk da çıktığımız arnavut taşlı yokuşu, bisikletlerin üstünde sarsıntıdan titreyerek inmeye başlamıştık. Hoş da bir şarkı tutturmuş, seslerimiz sarsıntıdan titreyerek meydana doğru iniyorduk.
Maden tarafından iniyorduk ve güzel evlerin arasından süzülüyorduk. Uzun zamandır artık tek başımıza bir eve çıkmanın hayallerini kuruyor sonra maddi imkansızlıklar yakamızı bırakmadığından bu hayali gerçekleştiremiyorduk. Evlerin arasından geçerken burada oturmanın ne güzel olabileceğini düşünmek bir hayalden öteye gidemez diye düşünüyorduk.
Meydana vardığımızda bisikletçinin hemen yanındaki emlakçıya ikimiz birden daldık. Sonradan adını öğrendiğimiz emlakçı Erol abi tam size göre bir ev var deyip bizi faytona bindirmesi ile evde bitmemiz bir anda olmuştu. Ne oluyordu?
Maden tarafında, Mimoza adlı sokağın yokuşunu hafif tırmandıktan sonra 6 numaralı evin bahçesinden içeri girdik. Cennet gibi idi; ağaçlar, güller...Üç katlı bir evdi. Merdivenlerden çıkıp çatı katının kapısını açtığında Erol abi, dilimiz tutulmuştu. Hele bir de terasa çıktığımızda söyleyecek söz kalmamıştı. Çok beğendiğimizi belli edip fiyatı indirmeyi düşünememiştik bile. Sarhoş cesareti ve manzaranın güzelliği karşısında sadece “tamam” diyebilmiştik. Kaporayı verdik ve haftasonu buluşmak üzere sözleştik.
Vapura binmiştik. Birbirimize bakıp gülüyorduk. Kimse inanamayacaktı, biz bile...
Mahpiuluta – İlker Torun
26 Haziran 2011 Pazar
Bahçeden...
Uzun zamandır bahçeyi ihmal ediyorum. Bu sene gerek mevsimin geç dönmesi gerek üşengeçliğimden sebze ekimini geç ve eksik gerçekleştirdim. Haziran sonu olmasına rağmen domates, biber ve salatalık boyları hala çok kısa.
Biberiye, kekik, mercanköşkü, adaçayı, lavanta, ıtır ise coşmuş durumda. Biraz budama yapmak durumundaydım. Budadığım kısımları için aromalı zeytinyağı yapımında ve kurutarak değerlendirmek istedim.
Itır, kekik, mercanköşkü, biberiyeleri yıkayıp, 450 cc lik kavanozlara zeytinyağı ile bastım. Sadece 2 gün sonra bile, özellikle ıtır müthiş bir aroma verdim. Itırın mor açan çiçeklerini bolca kullandığım için bu etkiyi verdi sanırım. Mercanköşkünden çok umutlu olmama rağmen tadını beğenmedim. Bir de hava ile temasını kesmek çok önemli yoksa kavanozun içinde otların açıkta kalan kısımları bozuluyor.
Bahçede bulunan dut ağacının üzeri erik büyüklüğüde dutlarla kaplandığından ve kimse toplamadığından ne kadar üstünden yesek de yere düşüp ziyan oluyordu. Ben de bir kısmını kurtarmaya karar verdim. Bir torba kadar toplayıp, reçel yaptım. Az şeker koyduğum için suyu akışkan oldu. Ama meyvesi çok bol olduğu için bu etki çok sırıtmıyor. Tadı ise harika...
Biberiye, kekik, mercanköşkü, adaçayı, lavanta, ıtır ise coşmuş durumda. Biraz budama yapmak durumundaydım. Budadığım kısımları için aromalı zeytinyağı yapımında ve kurutarak değerlendirmek istedim.
Itır, kekik, mercanköşkü, biberiyeleri yıkayıp, 450 cc lik kavanozlara zeytinyağı ile bastım. Sadece 2 gün sonra bile, özellikle ıtır müthiş bir aroma verdim. Itırın mor açan çiçeklerini bolca kullandığım için bu etkiyi verdi sanırım. Mercanköşkünden çok umutlu olmama rağmen tadını beğenmedim. Bir de hava ile temasını kesmek çok önemli yoksa kavanozun içinde otların açıkta kalan kısımları bozuluyor.
Bahçede bulunan dut ağacının üzeri erik büyüklüğüde dutlarla kaplandığından ve kimse toplamadığından ne kadar üstünden yesek de yere düşüp ziyan oluyordu. Ben de bir kısmını kurtarmaya karar verdim. Bir torba kadar toplayıp, reçel yaptım. Az şeker koyduğum için suyu akışkan oldu. Ama meyvesi çok bol olduğu için bu etki çok sırıtmıyor. Tadı ise harika...
23 Kasım 2010 Salı
Yedigöller-Gecenin Ardında
Şehirden kaçmak...Ne pahasına olursa olsun.
Şehir adı arkasına gizlenen kapitalizm ve emek sömürücülüğü, saklandığı albenili maskesinin ardında gözlerini bir an için kapadığında kendimizi Bolu yollarında bulmuştuk.
Sislerin ardında, bize kucak açan dağların arasında daha yükseğe ve daha yükseğe doğru ilerlerken adı ağza alınmayacak kelimelerin arasında idi maskenin sahibinin adı.
Yedigöller'e ulaşmak için 40 km lik toprak, stabilize karışımı yolda ilerlerken gece de bizimle birlikte ilerliyordu. Cep telefonları çekmiyordu. Hatta haftasonu boyunca çekmeyecekti ki benim için bir nimetti. Mucize idi.
Bir saattir yol alıyorduk. Tahminlerime göre 7 km kadar kalmıştı ki Mete ve Oktay, Mete'nin cipi ile yol kenarında durmuş, bizi karşılamaya gelmişlerdi.
Ateşi yakmak ve etleri pişirmek için 20 kişi beni bekliyordu. Gölevi'nin yanına aracı bırakıp eve girdiğimizde aslında çevremizin nasıl bir yer olduğu hakkında, karanlıktan ötürü bir bilgimiz bulunmuyordu.
Sabah erkenden kalktığımda gördüğüme inandım evet inandım ve dolaşmaya başladım masalın sayfalarında. Sonbahar, hüznünü teskin etmek isteyen güneşe inanmıştı. Göl durgundu. İnsanlar fotoğraf çekmek için türlü türlü şekillere giriyor ve herkes o karelere saygı için birbirini kolluyordu. Oysa zaten o düğmeye nasıl basarsanız basın doğa size çok güzel bir fotoğraf oluyordu.
Büyük renkli bir masada yaptığımız sabah kahvaltısının ardından, etraftaki diğer göllere de bakmak için gözlerimize yardım etti ayaklarımız. Ve medeniyetsizliğin ne kadar güzel olduğunu gösterdi bize göller, yapraklar, güneş, akan dereler...
Ne zaman koşsak ve gelsek yanına, hiç üzmedin sen bizi. Ama bir gün de vakit gelip dönmek zamanı geldiğinde, sakla bizi maskeli balolardan ey Doğa Ana...Gönderme geri...
28 Mayıs 2010 Cuma
Düş Tarlaları
Yağmur değdiğinde toprağa...ortalığı sarmalayan kokunun verdiği mutlulukla fark ettim ki; artık gerçekten Düş Tarlaları'nı kurmuşum.
Bir yanda domates, biber, salatalık, patlıcan, kabak, sarmısak fidelerim...
diğer yanda adaçayı, biberiye, melisa, kekik, roka, kıvırcık, maydanoz, mercanköşkü ve lavantalarım...
Bu sene hiç erik almadık, bahçedeki yüce erik ağacı sayesinde..
Maydanoz ve dereotuna para vermedik...
Taze sarmısağı her hafta annemlere götürmeme ve komşuların yemesine rağmen eksikliğini çekmedik...
Kekik, biberiye ve adaçayı sıkıntımız yok...
Dut yolda...Ceviz büyümeye devam ediyor...İncir bu sene az olacak muhtemelen; budanan dallar yüzünden...
Yoldayız...Yürüyoruz...Sabırla ve Aşkla...
Bir yanda domates, biber, salatalık, patlıcan, kabak, sarmısak fidelerim...
diğer yanda adaçayı, biberiye, melisa, kekik, roka, kıvırcık, maydanoz, mercanköşkü ve lavantalarım...
Bu sene hiç erik almadık, bahçedeki yüce erik ağacı sayesinde..
Maydanoz ve dereotuna para vermedik...
Taze sarmısağı her hafta annemlere götürmeme ve komşuların yemesine rağmen eksikliğini çekmedik...
Kekik, biberiye ve adaçayı sıkıntımız yok...
Dut yolda...Ceviz büyümeye devam ediyor...İncir bu sene az olacak muhtemelen; budanan dallar yüzünden...
Yoldayız...Yürüyoruz...Sabırla ve Aşkla...
23 Mayıs 2010 Pazar
Ormanın Derinliklerinde
19 Mayıs 2010
Terkos'un doğu-batı-güney doğrultularında yaptığımız keşif gezilerinden sonra sıra ormanlarının derinliklerine gelmişti. 19 Mayıs 2010 günü Adalet, Sevil, Mahmut, Mehmet ve ben Celepköy mıntıkası kuzeybatı yönünden göle doğru inişe geçtik. Daha önce yaptığım ön keşif kışın olduğu için toprak örtüsüzdü. Bu yürüyüşte ise her yeri dikenli sarmaşıklar kaplamış. Yönü bulmak zor değil ama ilerleyecek yolu bulmak zaman alıyordu. Önümüzde daha yeni geçmiş bir domuz sürüsü olduğu bilmek de ayrı bir heyacandı. Zaman zaman sürünerek ve dahi bataklıklardan geçmek zorunda kaldık.
1,5 saat sonra göl kenarındaki düzlüğe inebildik. Sol tarafta iki kadın ellerindeki çapalar ile bir ritim tutturmuşlardı. Köpekler davulları çalıyordu, yabancılar topraklarına girmişti. Sağ tarafta oluşan gölcükler vardı. İki adam birşeyler arıyordu. Yanlarına gidip selamımızı verdik. Gölcüğe saatlerini düşürmüşler, onu arıyorlamış. Kazlar ve ördekler bir o yana bir bu yana salınıyordu.
Geniş bir u çizerek arabayı bıraktığımız ve başladığımız yere dönmek için birkaç soru sordum, kendimizi Deli Şaban'a yetişmek için ormanın derinliklerine dalarken buldum.
Deli Şaban buraya göç etmek zorunda kalan 60'lı yaşlarında bir delikanlı. Kızı küçük yaşta kocaya kaçmış, bir şekilde hapis yatmış, evi depremde yıkılmış. Tüm darbeleri aldıktan sonra kaçacak yer olarak buraya ablasının yanını bulmuş. Hayat ona yaşanacak onca acı vermiş ki...O da burada ayaklarını toprağa basarak acılarından kurtulmaya çalışıyor...
Ormanın içinde su kenarında bir kulübeye vardık. O yapmış; son sigarasını yakıp anlatmaya başladı. Domuz avlarmış, tanesini 50-100 tl den alırlarmış. Teknesi orada değilmiş olsa bizi Terkos'ta gezdirirmiş. Benim işim yok diyor..Bu dağlarda gezerim...
Karşı yani kuzey yönüne bakıyoruz. Çok derin bir orman. İçimde yanan keşif duygusu ile soruyorum, "geçiş tamamen yasak mı" diye? "Biz bazen gideriz" diyor, "jandarma içeri bırakmaz".
Birkaç zaman önce kum çeken gemiler yüzünden göl ile deniz birleşmiş, göl denize akmaya başlamış. Taş getirip dökmüşler açılan kanala..
Her köylü gibi o da define ararmış. Bize birkaç taşın üzerinde Yunanca yazı olduğunu söylüyor. Taşlara baktığımızda ise zamanla doğanın oynadığı oyunlar olduğunu görüyoruz.
Yol ayrımına geliyoruz. Tekrar görüşmek üzere vedalaşıyoruz. Biz başka bir patikadan göle doğru inmek üzere yürüyüşe geçiyoruz.
Göl kenarında geniş çayırlar var. Yer yer bataklık durumda. Hemen ileride de dik falezler oluşmuş durumda. Havada gri bulutlar dolaşıyor. Çayıra uzanıp sessizliği dinliyoruz, araya kuşlar giriyor.
Son etaba geçiyoruz. Önceki keşif gezilerime göre bulunduğumuz yerden güneye doğru çıkmamız gerekiyor. Yine derin ormana giriyoruz. Her tarafım kaşınıyor ve çizikler içinde. Kantaron yağından sürüyorum hemen. 1 saat sonra arabanın bulunduğu toprak yola çıkıyoruz.
Fazıl abiyi arayıp turnaları hazırlamasını söylüyorum. Doya doya balık ve salata yiyoruz göl kenarında.
Çayı unutmayıp Yazlık'ta ki kahvede demli mi demli çayları yudumluyoruz.
Akıllarda kalan Deli Şaban'ın sözü;
BENİM İŞİM BU DAĞLARDA GEZMEKTİR...
9 Mayıs 2010 Pazar
Safını Belli Et !
07 Mayıs 2010...
Çatalca Celepköy gezisi.
Tilkiler, kuşlar, ayılar, böcekler, ağaçlar...
Hırsına yenik düşmüş insanoğlunun yaşam alanlarını ellerinden almasını çaresizce izlediler yıllardır.
Koca Belgrad Ormanı'nın Istrancalarla bağlantı koridoru 20 yılda yokoldu. Şimdi bir tilki eğer kaldı ise Belgrad Ormanında, kalkıp da Istrancalar'a geçemez. Çünkü şimdi orada insanoğlunun yaptığı evler var, yazın kalacağı...Ağaçları kesilmiş, dereleri zehirlenmiş.
Diyorlar ki o tilkinin kaldığı son ormanları da yokedeceklermiş. Diyorlar ki 500.000 ağaç kesilecekmiş İstanbul'da. İnsanoğlu daha rahat ve kolay geçsin diye diğer yakaya.
Ya tilkiler, ya sincaplar, ya geyikler, ya kuşlar nasıl kavuşacak sevdiklerine?
Bu maksatdan hareketle en azından kendimizce bir hareket başlattık. Her konakladığımızda, her yürüdüğümüzde, her pikniğe gittiğimizde, her dağa çıktığımızda, her denize girdiğimizde etrafta toplayabildiğimiz kadar çöpü toplayıp yerel belediyenin çöp konteynırlarına bırakacağız. Belediye konteynırı olması önemli. Çünkü yerel halk çöpünü doğaya acımasızca bırakabiliyor. Belediyenin bu çöpleri ayrıştırdığı ve dönüştürdüğünü ummaktan başkaca yapabilecek birşey yok şu an elimizde.
Safımızı belli etmemiz gerekiyor. Karınca gibi. Doğaya çöp atan varsa, toplayan da olsun.
Safını belli et !
Not: Bu fikiri sadece ben uygulayacak olsam bile Likya yolunda patikadaki pet şişeleri toplayıp fikir babalığı eden Taner'e teşekkürü borç bilirim. Sağolasın...
"Zamanın birinde Hz.İbrahim Nemrud tarafından günlerce önceden hazırlanan dev ateşin ortasına mancınıkla fırlatılacak ve hayatına son verilecektir...Bu haber o civardaki varlıklara hemencecik yayılır..Ve bir karınca görünür Babil'in tozlu topraklı yollarında...Ağzında da bir damlacık su ile ateşe doğru ilerlemektedir..
Bu olayı gören biri hemen karıncanın yanına yaklaşır ve sorar:
- Ey karınca! Nereye gidiyorsun? O ağzındaki su damlacığını ne yapacaksın?
- Hz.İbrahim'in atılacağı ateşe doğru gidiyorum..Bu ağzımdaki su damlacığını O'nun atıldığı ateşi söndürmek için kullanacağım.
Bu sözleri duyan kişi hayretler içinde kalarak:
- Şu bir damlacık su ile mi Hz.İbrahim'in ateşini söndüreceksin?
- Evet Hz.İbrahim'in ateşinin bu bir damla suyla sönmeyeceğini ben de biliyorum..Ama ateşi söndüremesem de safımı belli edeceğim..."
SAFINI BELLİ ET !
DOĞADA GÖRDÜĞÜN ÇÖPÜ TOPLA !
14 Mart 2010 Pazar
Terkos Batı Keşif 2
Terkos'a olan aşkımız devam ediyor.
14.03.2010 günü tekrardan Terkos'un bilinmeyenlerine yol aldık.
Hedefimiz gölün batı kısmının orman patikalarından göl sahiline inmek ve kuzey sahilini görmekti.
İlk kilometrelerde kışın yoğun yağmurlarının oluşturduğu çamurlarda zor anlar yaşadık. Ama ümit hep vardı.
Yoğun çamurdan sonra orman içi patikalardan cılız bir derenin aktığı vadiye vardık.
Vadiden sonraki tepeyi aştıktan sonra göl sahiline ulaşabildik. Bu sezon yağan yağmur suları bazı balıkçı kulubelerini suyun ortasında bırakmıştı. Ayrıca kuzey sahilinde kıyı oku gibi kalmış ağaçlarla kaplı kara parçasının arkasına gizlenmeye çalışan hırçın Karadeniz etkileyici idi.
Bu kadar yorgunluğun ardından odun ateşinde çay içmeyi ve sandviçlerimizi yemeyi haketmiştik.
Göl ve ada...
Göl karaya,
ada denize sıkışmıştır.
Mahpiuluta 2007
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)