28 Ocak 2025 Salı

İtiraz edenler olsa da / Bazı şeyler kısmettir.

 


Çocuk iken bir kaset vardı. Üzerinde mavi çizgiler olan arka fonu beyaz kaset. O kaseti döndüre döndüre, babamın getirdiği konsollu araba teybinde dinlerdim. Bir şey anlamazdım İngilizce idi. İngilizce, İngiltere'den bile uzaktı o zamanlar. Kendi İngilizcemle söylerdim sözlerini. O konsollu araba teybi de çalıntı imiş iyi mi? Babama satan adam bir arabadan çalmış. Teybi bizden geri aldıkları son ana kadar dinledim. Dinlediğim sıralar babamı da biraz karakolda sorguladılar sanırım. Adamın suçu yok tabi ama ben o sürede kaseti 1-2 kez daha dinlemişimdir.

Sonra hep bir kenarlarda saklandı o kaset. Ben de saklanmasında emek sarfettim. Hatta sana şöyle söyleyeyim. Lise de Heavy Metal dinlemeye başladığımda ve bu sefer çalıntı olmayan, kayıt bile edebilen bir teybimiz olduğunda, o mavi çizgili kaset üzerine bir şey kaydedilmeden o dönemi atlatmıştı. Gençlik yıllarımda merak ettim tabi bu kasette çalan şarkıların kime ait olduğunu. O zamanlar teknoloji müsait olmadığından kolay olmadı bulmak. En sonunda şarkıların Eddy Grant'e ait olduğu anlaşıldı.

Şimdi aklımın farklı taraflarında farklı düşüncelere tezahürat yapan adamlar, bir fikir üzerinde en sonunda mutabık kalıp kesinlikle "bazı şeyler kısmettir" diye hep bir ağızdan bağırmaya başladıklarında kulaklığımda Eddy Grant çalıyordu. Ta çocukluğumun ufuk çizgisinde görülebilen en uzak noktalarında çalan Eddy Grant. Yani bazı şeyler kısmetti. Ya da kaderdi. Onca itiraz eden olur, olacaktır. Bana da çok dediler, kendi içimde bölündüm sorguladım. Geldiğim Eddy Grant noktasında polisler de babamın bir suçu olmadığını anladıkları gibi ben de kesinlikle bazı şeylerin kısmet oldugunu anladim.

Balık tutanlar iyi bilir kısmeti. Bazen balığa gidersin, sağ yanındaki, sol yanındakiler balıkları çeker dururlar. Onların iğnelerinden takarsın, aynı derinliğe salarsın, dua edersin, sağ ayağını kaldırır, en olumlusundan pozitifinden düşünürsün. O balık sana gelmez. Yan taraftakiler çekmeye devam eder. İşte o an artık ben zorlamayacağım, seni bilmem. Gider eve mi yatarım, yaz ise şortumu giyer denize mi girerim. Yok yok, kulaklığımı takar Eddy Grant dinlerim. Çünkü her şeyi yapabileceğimizi , kendimizi geliştirmemiz gerektiğini söyleyen her zırvadan sıkıldım. Sıkıldım, elimden gelen her şeyi yaptığıma inanmayanlardan. O yüzden "bazı şeyler kısmettir".


11 Ocak 2025 Cumartesi

8 Günde 8 Antik Şehir - Bölüm 5


Akıp gidiyor işte. Çoğu zaman reddedip yüzmeye çalışıyorsun tersine. Oysa kendini bırakmak çok zevkli ve kolay. Uymuyor bazen, istemiyorsun öyle akmak. Gücün bu kadar. Değiştiremezsin ki. Bırakınca kendini kuşları duyuyorsun, suyun sesini. Doğan güneşi görüyorsun. Bazen kafanı daldırıp serinliyorsun. Kabul ediyorsun. Kabul etmek, boyun eğmek. Suyun akışı nereye ise oraya gitmek, hatta taş koymamak önüne. Bugünlerde sık kullandığım bir tabir ve uygulamaya çalıştığım. Olanları akışına bırakıp tersine uğraşmamak. Neden biliyor musun? Kuşlar çok güzel ötüyor, su serin, güneşin şavkı vuruyor üstüne. 

Azmak nehrine gitmek, orada kendimi suya bırakmak hayallerimden biri idi. Ne mutlu bana diyorum şu cümleyi yazarken. Çünkü fark ettim ki, bayağı kuruyorum bu cümleyi. "Hayallerimden biri idi ve yaptım". Çok şükür. Önce boyunca bir yürüdüm Azmak'ın. Hava soğuk, kimse yok. Su bilinmez derin mi? Hatta yılanlar var görüyorum. Sonra bir bakıyorum, güneş öyle güzel vurmuş ki bir köşeye, girmesen olmaz. Havlumu ve terliklerimi giyip, kendimi suya bırakıyorum. Bir kaç kez. Üşümüyorum da. Bırakmak çok keyifli. Küçük kahkahalar atıyorum bazen. Kimse yok kimse de umurumda değil. Bir çift daha ileriden bırakıyor kendilerini. Ne güzel kayıyorlar, yüzlerinde gülümseme. Sabah güzel, sabah hayatı uyandıran. Çıkıp güneşte ısınıyorum, bir daha giriyorum, bir daha...

Toparlanıp otelden çıkıyorum. Akyaka çıkışında bir yerlerde bir fırın görüyorum haritada. Öyle lezzetli bir sabah. Menemen, poğaça, kararında demli çay, güler yüzlü dükkan sahipleri. Hayat işte akıtıyor seni. Çine'de yorgun, sinirli bir akşamdan bir hayalin güzellemesine...

Buradan artık kuzeye döneyim diyorum. Bafa'ya, bir diğer memleketime doğru yollanayım. Yolda beni alıkoyup bir çay, bir selam verecek, hoş geldin bekledik seni diyecek çok yer var. Elbet tutacaklar beni. Stratokenia'da onlardan biri. Girip dolaşıyorum bu eski dostu bir kez daha. Bu sefer kazılar var, çoğu yer kapalı. Tiyatro tarafı mesela. Yine akıntı beni başka bir yere sürüklüyor. Otoparkın kenarında bir şeyler satan bir teyze ile girerken selamlaşmıştık. Çıkarken de selamlaşıyoruz ama yanıma geliyor. Seni bir yerden tanıyor muyum diyor, anlatıyor, acı biber reçeli falan derken dükkanın önünde teyze, kardeşi, şehrin ahşap ve taş restoratörleri ile bir sohbette buluyorum kendimi. Demli bir çay yine ağırlıyor beni.


Yolda olmak, bir yeri bırakıp başka bir yere yol almak. Devam ediyorum. Laodekia uzun süredir aklımda idi. Bafa'dan önce biraz da onda vakit geçirmek istedim. Yine sessiz, sadece kazı ekibi. Kendime bir kuytu bulup puromu yaktım. Eski şehir sakinleri beni seyrettiler, ben de onları.


Arabadan sandalyemi indirip, çay demledim ve şehri ve doğayı seyretmeye başladım. Kazı işçileri paydos edip yola koyulduklarında çaydan ikram ettim. Evlerine doğru yola koyulduklarında ben de toparlanıp Laodekia'ya veda edip iki gece kalacağım Bafa Kapıkırı'ya doğru ilerlemeye başladım.

Bafa beni yine güzelliklerle karşıladı. Gün batımında flamingoları seyretmek herkese kısmet olmazdı.



Kapıkırı'nda sevgili Orhan abimin Agora Pansiyonu'nun bahçesinde arabada iki gece konakladım. Beraber yedik içtik ve rahat iki gece geçirdim. Bir gün Latmos'un zirvelerine doğru yola çıktım. Yazıktır ki doğayı mahveden ve rehabilitasyon için bir şey yapmayan madenleri görmemek mümkün değil. Alinda antik kentine ulaşıp, kendi haline bırakılmış ovayı seyreden sıra dışı bu antik kentin tiyatrosunda güzel zamanlar geçirdim.


İkindi vakti Bafa'nın sessiz koylarından birine çekilip bagajda güzel bir uyku çektim. Yosun kokularını yanıma getiren esinti ile beraber yolculuğun son paragrafını yazmış olduk. İstanbul'a dönüş yolunda bir pideli paça daha yemeden dönmek olmazdı. İki bin kilometreyi geçen, sekiz gün ve sekiz antik şehirden oluşan bu tadı damağımdan silinmeyecek seyahat baş taçlarımdan biri olarak ömrüme yazılmış oldu.



7 Ocak 2025 Salı

8 Günde 8 Antik Şehir - Bölüm 4

 

Sabah ezanına tamamen uyanmıştım. Aslında bir vakit önce dışarıdan gelen yaşlı ayakların seslerine gözlerim aralanmıştı. Sabah ezanı öncesinde camiye gelen yaşlılar, arabanın içinde benim uyuduğumu nereden bilsinler. Geçip gittiler. Sonra hoca "Allahu ekber" diye seslendi. Kapıyı açtığımda, dağdan gelen serin hava kucakladı. 

- Seni bir yerden tanıyorum ama çıkaramıyorum, yine de sarılmak istedim.

- Ben de sana yabancı değilim. Belki Bizanslı bir komutan iken tüm gece çadırın etrafında dönüp sabaha yorgun düştüğünde seni görmüşümdür ovada. Ya da sıcağın ortasında, tiyatronun basamaklarını tamir eden Lidyalı bir işçi iken aman vermişindir durup dururken esip.

Çok uzatmadan ayakkabılarımı giyip tuvalete gittim. Ne iyi oldu şöyle yakında tuvalet. Arabada ilk gecem gayet memnun geçti. Yüzümü de yıkayıp geri geldim. Arabayı toparladım. Saat erken. Kahvaltıyı Ödemiş'te yapar devam ederim diye düşündüm. Töngül pidenin mucidi olan dükkana ilk müşteri olarak girdim. Amca vefat etmiş. Sanırım kızı işletmeyi sürdürüyor. Pidenin lezzetinde bir kayıp yok ama dükkanın ruhu eskisi gibi değil. Ne eskisi gibi ki zaten. Damağım memnun, midem memnun. Daha ne olsun.


Dün varmaya çalıştığım ama varamadığım Nysa'ya doğru yola çıkıyorum. Köyler, dağlar , manzaralar. Tek yolculuklarımda çok konuşurum kendimle. O anlatıyor ben dinliyorum. Ben anlatıyorum o bazen manzaraya dalıyor bazen de uyuyakalıyor. Ses etmiyorum. Tanıdığım için kıyak geçiyorum.


Nysa'ya varmadan önce coğrafyanın kaderi pidelerden yiyorum ve Nysa'dan içeri kıvrılıyorum. Ne büyük ne kendi halinde ne ıssız. Tam da aradığım gibi. Antik şehirlerde çoğu zaman bir taş, bir duvar, bir bina beni çeker ve vaktimin çoğunu orada geçmişi ve rüzgarı dinleyerek geçiririm. Daha doğrusu çoğunlukla rüzgar taşır sesleri, anıları. Bu seferde bir Bouleterion yani meclis binası alıkoydu beni. Sanırım iki saat dinledim, dinlendim. Nysa derseniz benim aklımda meclis binası var bilesiniz.


Keşke devam edebilseydim kalmaya. Akşam yaklaşıyor. Bu sefer nerede kalacağız bakalım. Aklımda Çine'de belediyenin işlettiği kamping var. Yorumlar gayet güzel. Bayağı bir yol gidip kampa giriyorum. Efendim kampta ya çadırda ya karavanda kalabilirmişsiniz ama arabada kalamazmışsınız. Bu saçma sapan uygulama sinirimi zıplatıyor. Arabada çadırda olmasına rağmen sebebi sunulamayan böyle bir zihniyette yerde kalmak istemiyorum. Çine'den hızla uzaklaşıyorum. Nerede kalacağımı da bilemiyorum. Akşam çökmek üzere hatta çöktü. Kamping alanlarının çoğu kapalı. Ben de artık iyice yorulduğumdan Akyaka'ya gidip bir pansiyona atıyorum kendimi. Azmak'ın kenarındayım tesadüfen. Hadi bakalım:)




17 Kasım 2024 Pazar

8 Günde 8 Antik Şehir - Bölüm 3

 


Bugün Elif'i İstanbul'a yolcu edeceğim. Denizli'den İstanbul'a otobüs yolculuğu 4 saat fazla gözüktüğü için sabah yola çıkıp, Akhisar Otogarı'ndan binecek, ben yoluma devam edeceğim.

Sabah Pamukkale'den balonlar eşliğinde günü selamladık. Gün doğumu sırasında gökyüzündeki balonlar harika bir manzara sunuyor. Burada Kapadokya'nın yarı fiyatına bu macerayı yaşayabilirsiniz.

Yaklaşık 1-1,5 saat sonra Akhisar Otogarı'na girdik ve zamanında gelen otobüse bavulu koyarken, bir beyefendi bana Bilal Kısa'yı tanıyıp tanımadığımı sordu. Tanımadığımı söyleyince, internetten bir bakmamı, çok benzediğimi söyledi. O sırada bavulu yerleştirdik ve internetten baktık. Bilal Kısa eski bir futbolcu imiş. Akhisar'da oynadıktan sonra GS ve FB'de oynamış. Pek bana benzetemedik. Elif'i uğurlamak için otobüs  yanında beklerken beni Bilal Kısa'ya benzeten adını sonradan öğrendiğim Harun abi orada eşi ile duruyordu. Bakıp bakmadığımı sordu. Ben de gülümseyerek baktığımı söyledim. Benim kendimi pek benzetememiş olabileceğimi ama kendisinin Bilal ile çok vakit geçirdiğinden tavırlarımı benzettiğini söyledi. Futbolcu olup olmadığını sorduğumda, o dönemin kulüp başkanı olduğunu öğrendim. Akhisar'da ne yapacağımı sorduğunda, meşhur pideli paçadan yiyip, Nysa antik kentine doğru yola çıkacağımı söyledim. Otobüs kalktıktan sonra arabasının peşinden gelmemi, bana tarif edeceğini iletti. Elif'in otobüsünü uğurladıktan sonra Akhisar çarşıya doğru yola çıktık. Yer olmayan otoparka beni almalarını söyledi. Arabadan indiğimizde paçacıyı arayıp, bir misafirinin geleceğini, ilgilenmelerini istedi. Karşı taraf nasıl tanıyacağız dediğinde, "Bilal Kısa geliyor, tanırsınız dedi" :) Çorbayı içtikten sonra yanına gitmemi ve çay içmemizi rica etti.

Orta Ege kasabalarını severim. Hala esnaflık, samimiyet, eski gelenek ve görenekleri bulabilirsiniz. Akhisar'da da bu durum baki. Esnaf dükkanlarının arasında Karakazan Paçacısı'nı bulup dükkana girdiğimde, "Bilal abi hoş geldin" ile karşılanınca ben de iyice havaya girdim. Gelen ortaya esaslı bir kafa çakıp sokakta güzel bir masaya oturdum ve torpilli pideli paçam geldi. Bittikçe de takviye ettiler sağ olsunlar. Pideli paça efsane bir lezzet. Tabağın altında o yumuşacık pideler, üzerine tepeleme kelle eti ve bence alameti farikası beyin ezmesi. Tabaktan dökülen paça suyu ile birlikte önünüze geliyor. Bolca talep var ki kesinlikle olmalı. Dükkanın sahibi Tayfun masama geldi ve bu güzel insanla sohbet etme imkanını buldum. Bana da "Bilal abi" diye hitap etti hep:) Para da almadan beni uğurladı. Allah kazancını daim etsin. Sonra karnım tok Harun abinin dükkanının yolunu tuttum. Kasabanın gıda toptancısı Harun abi. Beni buyur etti ve çaycıyı çağırdı. Çaycı demesin mi: " Abi Bilal Kısa'ya ne kadar benziyor". Akhisar'da Bilal Kısa bayağı seviliyor. Beni de çok sevdiler sağ olsunlar. Buradan Bilal Kısa'ya da selam edeyim. Akhisar seni seviyor:) 


Harun abi ile sohbetten sonra izin istedim. Kendisine teşekkürlerimi iletip yoluma döndüm. Yarım saatte çıkarım dediğim Akhisar kalbimde ayrı bir yer buldu. Nysa'ya doğru yavaş yavaş ilerlemeye başladım. Fakat bir şekilde başka yola sapmışım. Yolu bayağı uzatmış oldum. Saruhanlı-Büyükbelen üzerinden Ahmetli'ye çıktığımı iki gün önce ciğer yediğimiz dükkanı görünce anladım. Görünce yememek de olmazdı. Bir ciğer bir lahmacun daha Boz Dağ'a kendimi vurmadan önce yolluk oldu. Aslında Sardis antik kentine girmeyi planlamıyordum. Ama kahverengi tabelayı görünce dayanamadım. Sardis antik kenti bir kompleks şeklinde değil. Dağınık olarak Sart kasabasının çeşitli yerlerine dağılmış. Yani bir kapıdan girince her yeri gördüğünüz şehirlerden değil. Ben gynasium ve zamanın en büyük havrası olan yerleşkeye girdim. Fakat burada beni en çok etkileyen Roma ve Bizans dönemi dükkanları oldu. Bilgilendirmeler de gayet iyi olunca çok keyif aldım.





Buradan çıktıktan sonra kısa mesafedeki Artemis Tapınağı ve Sart Kilisesi'ni de ziyaret ettim. Daha bir çok alan mevcut ama vakit öğleden sonra oldu. O yüzden hareket etmeliyim. Nysa'ya bugün varmam yalan oldu. İlk defa arabada yatacağım. Kendime tuvaletin yanında ve nispeten güvenli bir yer bulmam lazım. Gece sık tuvalete kalktığımdan benim için en önemli unsur. Boz Dağ'da bir yer bulamazsam Birgi'ye doğru inmeyi planlıyorum. 

Boz Dağ heybetli ama heybetini üzerine çıkınca anlıyorsun. Hava soğuk. Gölgeler sessiz. Buraya kadar çıkmışken gocunmayıp Tabakçı Deresi Dev Kazanları'nı görüyorum. Yaz olsa ne serinlenilir buralarda.


Boz Dağ'da gözüme bir yeri kestiremiyorum. Aşağıda doğru inmeye başlıyorum. Birgi'de bir yer bulurum umudundayım. Akşam çöküyor. Birgi'de bir tur attıktan sonra öyle güzel bir yer görüyorum ki. Jandarma karakolunun görüş mesafesinde tarihi bir caminin yanı. Ulu bir ağacın altı. Jandarmaya gidip bu gece orada kalmamın sakıncası olup olmadığını soruyorum. Olur yanıtını aldıktan sonra sessiz Birgi sokaklarında biraz yürüyüp bir Töngül pidesi yiyorum. Dönüşte arabayı hazırlayıp yatıyorum. Ummadığım kadar rahat oldu. İyi geceler...






10 Kasım 2024 Pazar

Aralık Kokusu


Rüzgar çok sert.

Aralık, kasımın kulağına fısıldıyor.

Sobada küçük odunlar, boyundan buyük isler yapıyor.

Uyusam gecenin gönlü kalır.

Uyumasam gündüz bekler.

6 Kasım 2024 Çarşamba

8 Günde 8 Antik Şehir - Bölüm 2

 



3.gün Aphrodisias kentine doğru yola çıktık. Denizli ovasından dağların yamacına doğru tırmanırken kent gittikçe küçülmeye başladı. Solumuzda dimdik dağlar kendilerini hayran bırakıyorlardı. Kente yaklaşırken bir orman patikasından içeri girip, sessizlik içerisinde çay demleyip içtik. 4x4 bir aracın olması ve altının hafif yüksek olması yollarda insanı özgürleştiriyor. Sürekli çamura saplanıp kalan biri olduğumdan yine de çok cesaretlenmemeye gayret ediyorum. Aphrodisias'ın girişinde müze mağazası en beğendiklerimden. Öyle sessiz ve şirin ki. Kentin girişindeki bir çok yüzün bulunduğu mermer levha çok ilgi çekici.


Aphrodisias'ın alameti farikası her ne kadar stadyum ama buradaki büyük yüzme havuzu, şu anda boşta olsa, o zamanları hayal etmek için insanı zorluyor.



Bouleterion yani millet meclisi ve tapınakta biraz vakit geçirdikten sonra sıra yemeğe geliyor. Uzun süredir listemde olan ama gitmek fırsatı bulamadığım Tavas'taki Bağlar Kokoreç'e uğruyoruz. Hem halka porsiyon hem yarım ekmek yiyoruz. Kokoyu çok seven biri olduğum için rahatlıkla söyleyebilirim ki kötü değil ama beni de benden almıyor. Çok daha iyi kokolar yemiştim.

Akşamı dün keyfine doyamadığımız Hierapolis antik havuzunda noktalamak istiyoruz ve sıcak sulara kendimizi bırakıp kapanış anonsuna kadar günün yorgunluğunu atıyoruz.



5 Kasım 2024 Salı

8 Günde 8 Antik Şehir - Bölüm 1

 


Zeytin hasat zamanı her gün zeytinleri dallarından toplayıp, mis gibi yağlara dönüştürdükten sonra kulübemde yorgunluktan sızmadan önce Güney Ege'nin antik şehirlerine yeni bir seyahatin hayalini kuruyordum. Ekim sonu zeytin işleri bittikten sonra hızlıca toparlanıp çok da plan yapmadan Denizli-Pamukkale'ye doğru yola çıktık. Tarih, yemek, coğrafya, macera ve hikayelerden oluşacak bu seyahatin sınırı belli değildi. Birinci günün sabahı evde kahvaltı yapıp yola çıktığımızdan, öğle yemeği için en uygun yeri aramaya başlamıştık. Manisa-Akhisar'da pideli paça için şansımız, sapağı kaçırdığımızın farkına vardığımız andan kısa süre sonra bitti. Geri dönmek bize 30 dakikaya mal olacaktı. Fakat Pamukkale'ye kadar da kayda değer bir yer görememiştim. Yolda göz ucu ile mekanlara bakarken, birden gözlerim bir şey yakaladı. Yavaşlayıp geri geri gittiğimde burada bir şeylerin iyi yapıldığını hissettim. İsim sıradan gibi gözükse de hayatımızda yediğimiz en iyi ciğeri yedik. Çöp şiş de harika idi. Lahmacun da yenmeden gidilmezdi. Manisa Ahmetli'deki Ciğerci Ustam sevgili Mehmet Yaşin'in deyimi ile damaklarımızı çatlattı.

Böylece Denizli'ye kadar aç karınlarla değil, keyifli ve tok bir iki saat geçirdik. Otele vardığımızda çay içmeye bile enerjimiz kalmamıştı. Uykuya dalmak çok kolay oldu.



İkinci gün otelde yaptığımız kahvaltıdan sonra ilk antik şehir Hierapolis'e 5 dakikada vardık. Hierapolis, Ephesus'tan sonra gördüğüm en turistik antik şehir. Turist sayısı oldukça fazla. Buna içerisinde bulunan antik kalıntıların arasında yüzdüğümüz açık termal havuzun da etkisi var. Ayrıca Pamukkale travertenlerine gelenler de şehre uğradığından yoğun bir şehir. Üç yıl önce Hierapolis'e geldiğimde havuza girememiş ve içimde kalmıştı. Bu sefer hazırlıklıydık. Müze kart ile çok uygun bir fiyata havuza girdik ve  bir saat havuzda kaldık. Suyun sıcaklığı o kadar ideal ki insan çıkmak istemiyor. Zaten antik kalıntıların arasında başka nerede yüzebilirsiniz ki? Muhteşem bir deneyim. Daha sonra yine antik dünyanın en etkileyici manzaralarından birine sahip Hierapolis tiyatrosunda bir oyun değil ama güneşin Pamukkale travertenlerinin üstündeki gösterilerini seyrettik.


Koca günü yemek yemeden geçirmiştik. Akşama kopacak tantananın ayak seslerini duymuyor değildik. Denizli şehir merkezinin huzurlu ve sakin sokaklarından yürüyüp, Denizli kebabı yemek için Kebapçı Kerim Salur'a oturduk. Usule göre çatalsız, bıçaksız soğanlı, yumuşacık pideli, kuru biberli, tandır etlerini sınır olmadan yiyebilirdik. İrademize nefsimiz de yardım etti ve bir yerde durduk. Üzerine bir demli çay ile otelimize dönüp yine uykulara daldık.


19 Ekim 2024 Cumartesi

Yanmış Orman

Yanmıştır orman.

Kuş, tilki ya da bir böcek.

Uğramaz artık insan,

Bıraktığı çöpü kokacak.

Acısı, hayalkırıklıkları ve ümitsizliği,

Soğuğundan üşüdüğü fırtına.

Yeşerecek yine kuru dallarından.


7 Ekim 2024 Pazartesi

Bisikletle Bodrum / 3



Onca yorgunluğun ve duygusal iniş çıkışların ardından güneşli bir Ege gününe uyanmak ne güzel. Aklımızdan acaba bisikletleri otobüse atıp Didim'e mi gitsek diye geçiriyoruz. Bir yandan da ne çabuk bir pes etme deyip kendimize yediremiyoruz. Didim'e 80 km var. Bir duş alıyorum ve terasa kahvaltıya çıkıyoruz. Önümüze ne gelirse yiyoruz. Ekmek, zeytin, domates, reçel, peynir, yağ. Bayat ekmek, sarelle, koladan sonra ziyafet oluyor. Odaya inip eşyaları topluyor ve bisiklete yüklüyoruz.

Yolda rahatlık ağır basıyor ve otobüs garına gidip otobüs bekliyoruz. Otobüsler geçer binersiniz diyorlar. 1.5 saat bekleyip saat 11'i gösterene kadar hiç bir otobüs bizi almıyor. Çare yok, pedallara basmaya devam. Hayat kendi bildiği gibi akıyor. Hemen dik bir yokuş. Yavaş yavaş yükseliyoruz. Otostopta yapmayı ihmal etmiyoruz kamyonlara. Nafile. İki ihtimal var. Ya sağa dönüp Dilek Yarımadası üzerinden kestirmeden (haritadan öyle gözüküyor) ya da Söke üzerinden Didim'e gidebiliriz.  Sağa sapıp önce Davutlar'ı geçiyoruz. Köylüye Dilek Yarımadası Milli Parkı'ndan geçebilir miyiz diye soruyoruz. Komiserlerin bizi oradan bırakmayacağını, geçiş olmadığını söylüyorlar. Fakat biz yol ayrımından çok uzaktayız. Geri dönemeyiz. Söke'ye nasıl gidebiliriz diye soruyoruz bu sefer. Bize dağ yolunu gösteriyorlar. Tırmanmaya başlıyoruz yine. Yol asfalt ama araba geçmiyor. Ne suyumuz var ne yemeğimiz. Yolda da hiç bir şey yok. Aç ve susuz bir saat sonra bir köye varıyoruz. Camiye girip su içiyoruz. Çocuklar var etrafta. Bakkalı soruyoruz. Yok diyorlar. Fırın diyoruz. Ekmeği evde yaptıklarını söylüyorlar. Mecburen aç devam etmek zorundayız. Çocuklar Söke'ye gidemezsiniz çok uzak diyorlar. Çaremiz yok, yola devam ediyoruz. Bir saat sonra ise halimiz kalmıyor. Hiç bir araç geçmedi şu ana kadar. Yolun ortasına oturuyoruz. İstanbul'dan aldığım küçük bir kavanoz ballı cevizli karışımı yiyoruz. Uzaktan bir ses gelmeye başlıyor. Yaklaşınca bir kamyon olduğunu anlıyor, ayağa kalkıyor ve durduruyoruz. Adama yalvarıyoruz ve arkaya atlıyoruz. Yüzümüzde bir karış gülümseme ! 

Söke'de indiğimizde ilk gördüğümüz pide salonuna giriyoruz. Yarım saat oyalandıktan sonra Didim'e doğru yola koyuluyoruz. Önümüzde dümdüz Söke ovası. Rüzgar arkamızda. Bir 5 km de bir kamyon arkasında yol aldıktan sonra Didim tabelaları gözüktü. Vardığımızda güzel bir otele yerleştik ve ritüeli gerçekleştirdik.

Ertesi gün rota Güllük. Yaklaşık 100 km yolumuz var. Dağlık bir rota. Bol rampa ve iniş. Sabah erzak depoladığımız bakkal, gidemezsiniz diyor. Dünkü aç ve susuz kalmamızın etkisi ile bolca yükleniyoruz. Ne kadar yüklensek de su çok çabuk bitiyor. Rüzgar da karşı yönden esiyor. Bafa gölüne çıkmamız uzun sürüyor. Manzara harika. Göl kenarında yemek molası veriyoruz. Cebimdeki para ile ancak bir tabak, adını ilk kez duyduğum şakşukayı alıyorum. Oysa yılan balığını yemeyi çok isterdim. Bafa gölü o zamanlardan içimde kalıyor ve hayatımın geri kalanında bir çok kez gittiğim ve yılan balığı yediğim, özgürce dolaştığım benzersiz bir coğrafya olarak haritama işleniyor.

Yokuş yukarı giderken çektiğimiz eziyet, rampa aşağı yaklaşık 70 km'lik hızlarla zevke dönüşüyor. Yol üzerinde Çamiçi köyünde verdiğimiz molada kimseyi göremiyoruz. Tüm insanlar nerede? Rüzgardan pencereler ve kapılar bir korku filminde gibi çarpıyor. Köy çeşmesinden içtiğimiz su buz gibi.

Milas'a ulaşıp Spil dağına tırmanmaya başlıyoruz. Yolun başında Uğur bir tıra tutunuyor. Benim tutunmama izin vermiyor hain :). Ama intikamımı alıyorum. Arkadan gelen kamyonet bunu görüp, tutunmamı söylüyor. Tırı ve Uğur'u sollarken, kamyon şoförü ve ben gülmekten kırılıyoruz. Tepede el sallayıp bırakıyorum. Müthiş bir hızla, rüzgarın sesini dinleyerek iniyorum. Aşağı indiğimde Uğur'u 10 dakika bekliyorum. Güllük'e 18.00 civarı varıyoruz. Otel ararken otelin önündeki koca kaktüsün dikeni kalçama batıyor. Aman ne acı ! Ritüeli gerçekleştirmek için limana iniyoruz. Bir kadın iskelede bir kolunu denize doğru sallandırarak yatmış. Güneş ters açıdan gelip kadını karanlık bir gölgeye dönüştürmüş. Sanki bir denizkızı dinleniyor. Akşam iskender yiyip, ankesörlü telefondan evi arıyorum. Bambaşka bir enlemde bambaşka bir hayat yaşıyorum. Sanki dalgalar beni kıyımdan aldı ve açık denizlere sürükledi.

Son gün hedef Bodrum. Çok az yolumuz var. Eğlene eğlene gidiyoruz. İlk kez gün ortası deniz giriyoruz, Güvercinlik'te. Öğlen Bodrum'dayız. Bisikletleri kargoya veriyoruz. Toplam 500 km yol yapmışız. İçimizde kendimize bir güven. Başarmanın haklı gururu. Cesaretim kaybolduğunda hep dönüp baktığım çok sağlam bir kerteniz. Uğur ile dostluğumuzda sıkı bir bağ. Sezgilerime, ruhuma kulak vermenin doğruluğunun bir kanıtı...


25 Eylül 2024 Çarşamba

Bisikletle Bodrum / 2


İzmir limandan Seferihisar 60 km. Ben 60 km yaparız desem de Uğur yapamayız gece bastırır diye ısrar ediyor. Haklı. Otogara gidip oradan otobüsle gitmeyi denemeye karar veriyoruz. Fakat yanlış tarifler yüzünden 10 km boşa pedal çeviriyoruz. Bizi eski gara yönlendirmişler. Yeni gar 25 km ötede. Mahvoluyoruz. Sabahtan beri açız. Şehre geri dönüp otel fiyatlarını sormayı deniyoruz. Fiyatlar bütçemizin çok üzerinde. 2 kişi 4.5 milyon. Sonunda en uygununun taksi ile gitmek olacağında mutabık kalıyoruz. İlk bulduğumuz taksiyi çevirdiğimizde saat 21.30.  Yaşlı bir adam. İçkili gibi. Benim bisikleti bagaja bağlıyoruz. Uğur'un ki arka koltukta. Bizi 2 milyona götürecek. Yola çıkıyoruz. Pusula doldurmamız gerekiyormuş. Uğur dolduruyor. Otoyola girerken bileti almıyor adam. Seferihisar çıkışına geliyoruz. Polis çeviriyor bizi. Pusulanın onaylanması lazımmış, bagaj açıkmış, adam sarhoş, ehliyetini de evde unutmuş. Nereden baksan ceza yağıyor. Yarım saat konuşmalar sürüyor. O sırada otobanda aç bekliyoruz. Evimizde şu an rahat rahat uyuyabilecekken neden burada olduğumuzu sorguluyoruz. Bu sorgulamanın zor giden her macerada aklıma gelmesi bana hep Seferihisar'ı hatırlatır ve sakinleşirim. Sorunlar bir şekilde halloluyor ve 23.00 gibi Seferihisar'a varıyoruz. Bu sefer de şoför bizden ceza parasını istiyor. Ne diyorsun diyorum? Siz 50 km dediniz, burası 65 km diyor. 2.4 milyona anlaşıyoruz. O kadar yorgun ve açız ki tartışacak gücümüz yok.

Kendimize zor zar işçilerin kaldığı, küçük bir pansiyon buluyoruz. Sahibi şirin bir teyze. Yataklar pis, banyo kötü. Yiyecek bulmak için dışarı çıkıyoruz. Sokak arasında bir düğün var bitmek üzere. Bir bakkal buluyoruz. Bayat bir ekmek, sarelle ve kola olanlar. Uğur ile yarın eve dönme tartışması yapıyoruz. Yarın da deneyip olmazsa dönmek üzere karar veriyoruz. Yatağın pisliğine ve böcekle karşılaşmasına rağmen uyuyoruz. 

Sabah kalktığımda çok iyi hissediyorum. Dünden kalan iyice bayatlamış ekmek, sarelle ve kola ile kahvaltı yapıyoruz. Teyzenin bize verdiği suyu da yanımıza alıp çıkıyoruz.  Hedef Kuşadası, 88 km. Yollar gayet düz, ara sıra rampalar var. Su yolda çok problem oluyor. Normalde böyle bir aktivite yazın tam ortasında yapılmamalı ama bizim için uygun olan zaman bu idi. Dünkü karamsarlıktan iz kalmadı. Güneş parıldıyor ve deniz masmavi. Doğanbeyli'de yemek arası. Ekmek arası beyaz peyniri mezarlık duvarının üstünde yediğimiz anı unutamam. Rampalar sıklaşıyor. Bir rampa inişine geldiğimizde bir bakıyoruz karşıda kocaman bir rampa daha. Yollar çok güzel. Claridos koyu harika ama inip yüzmemiz çok büyük vakit kaybı. Bir gün buraya gelmeyi kafama yazıyorum. Efes ve Selçuk yol ayrımına da giremiyoruz. Saat 16.00 ve biz gün batmadan denize girmek istiyoruz. Yolda bir satıcıdan 20 bin liraya üç şeftali alıyoruz ki tadı hala damağımda. Bir benzin istasyonunda su molası veriyoruz. Kuşadası'na ne kadar olduğunu soruyoruz. Nereden geldiğimizi soruyor. Manyak olduğumuzu söylüyor ve söylenerek uzaklaşıyor. Yolda bagaj lastiğim zincirlere takılıyor. Çıkarıyorum ama her tarafım yağ. Kuşadası'na vardığımızda saat 18.00. Hemen bir pansiyon bulup kendimizi denize atıyoruz. Deniz hiç umduğum gibi değil. Pansiyonda 30 dakika duş alıyorum. Hayatımın en güzel duşu. Akşam çarşıya iniyoruz ve nerede ise 3. günün sonunda doğru dürüst yemek yiyoruz. İskender ve yanında bira. Turist kızların ise güzelliğinden psikolojik bunalıma giriyoruz. Kabuğumuzun dışında neler oluyor böyle? İki gündür çay içmek istiyorduk. İki çay içip pansiyona dönüyoruz. Yatağımın pis koktuğunu fark ediyorum. Tiksintiden bütün gece aynı konumda yatmışım. Yine de rahat uyudum. Gün sonu denize girme, duş, şehir gezisi, güzel bir yemek bir bira ve deliksiz uyku ritüelimiz olacak gezi boyu. Hey bu yolculuk bir harika dostum !