2024'de Poyraz, Barcelona'yı görmek istediğinde, uçak biletlerinin aşırı pahalı olmasından dolayı yolumuzu kuzeye çevirmiştik. Bu sefer kıştan biletimizi aldım. Dönüşümüzü Madrid yaparak iki şehir görme fırsatı yarattım. Barcelona benim 2005 yılında gördüğüm bir şehirdi. Çok da sevmemiştim. Şimdi oğlum ile beraber tekrardan bir fırsat yakalamıştı Barcelona.
18 Haziran 2025 İspanya seyahatimizin ilk günü. Sabah saat 12.30
uçağıyla Sabiha Gökçen’den Barcelona El Prat Havalimanı’na geldik. Uçakta bir
gecikme olmadı, hatta 10 dakika erken indik. Ama pasaport kuyruğu inanılmaz
uzundu. Yaklaşık 1.5 saat sırada bekledik. Sorun, inen uçakların fazlalığından
çok, açık pasaport noktalarının azlığıydı. Neyse ki sıranın sonuna doğru biraz
hızlandı. Kontrol kısmı detaylı değildi, hızlı geçtik.
Terminalden çıkınca AeroBus’a binmek için T2 durağına
yöneldik. T1'den T2'ye kısa bir yürüyüşle ulaştık, yaklaşık 5 dakika. AeroBus
kişi başı 7.50 Euro, her 5-10 dakikada bir kalkıyor ve 38 dakikada şehir
merkezine ulaşıyor.
Otobüsten indikten sonra Hostal Apolo’ya yürüyerek gitmeye
karar verdik. 20 dakikalık bir yürüyüştü. Düz bir cadde boyunca denize doğru
indik. Hava sıcak, midemiz açtı. Yol üstünde birahaneye benzeyen küçük bir tapas bar gördük, iki
sandviç ve bir şişe su aldık. Toplamda 12 Euro verdik. Böylelikle sabahtan beri aç olan midelerimizi susturduk. Otel büyük bir bina. Bizim odamız basit, iki yatak, tv, balkonu ile yeterli ama harika diyemem. Balkonun baktığı sokakta çalışmalar olduğundan görüntü de keyifli değil. 18.30'a kadar otelde dinlendikten sonra La Rambla’ya doğru
yürümeye başladık. Değişik bir turist kitlesi var. Kristof Kolomb anıtına uğrayıp liman tarafına indik. Time Out marketi dolaştık ama beğenmedik. Poyraz bir süre sonra
ayaklarının çok ağrıdığını söyledi. “Sana ayak masajı yaptıralım mı?” dedim.
Tabii ki nefret eder, “Hayatta olmaz” dedi. O an tam önümüzde dört tane ayak
masaj salonu birden belirince çok güldük. Artık
yürüyemeyeceğini söyleyince onu otele geri götürüp tekrar dışarı çıktım. Amacım günü güzel bir yemekle sonlandırmaktı. Akşam yemeğini La Guelle Tapas Bar’da yedim. Enginar çiçeği, biber dolması, rus salatası, ve bir kadeh sangria.
Hepsi toplam 23 Euro tuttu. Başarılı diyebileceğim bir yemek değildi. Yolculuğun ilk gününe verip, yorgun bedenimi dinlendirmeye otele götürdüm.

**********************************************************************************Sabah saat 8 gibi kalktım. Poyraz biraz daha geç uyandı.
Otelden çıktık ve ilk durağımız La Boqueria oldu. Burası Barcelona’nın yerel
pazarı. Çok canlı, rengârenk, biraz da kalabalıktı. Poyraz, çikolatalı kruvasan ve bir kek – sanırım elmalı kek
gibi bir şeydi – yedi. Ben kruvasanın arasına Iberian jambon ve peynir koydurdum,
onu yedim. Lezzetliydi. Pazarın içinde dolaşmaya devam ettik. Küçük bir tapas
standında, ekmek üzerinde levrek yedim. Bir lokmalık ama 6 Euro'ydu. İki tane de sosis denedim, farklı
yerlerden, ikisi de güzeldi. Diğer Avrupa pazarlarından çok pahalı ve yetersizdi.
La Boqueria'dan çıktıktan sonra Casa Batlló ve Casa Milà'ya
doğru yürümeye başladık. Gaudí’nin bu iki ünlü binası için şehir boyunca yavaş
yavaş yürüdük. Yolda, cadde üstünde bir kafeye oturduk. Ben bir Americano kahve
içtim. Poyraz buzlu latte istedi ama kahvesini ilginç bir şekilde
getirdiler; buzlar ve kahve ayrı geldi, biz birleştirdik. Yanına da meyveli
yoğurtlu bir kase söyledik. Toplam hesap 8.90 Euro tuttu. La
Boqueria’da sadece ekmek üstü levrek için 6 Euro verdiğimi hesaba katarsak, bu fiyat
oldukça uygundu.
Şehir merkezinden yavaş yavaş uzaklaştıkça daha yerel, daha
sade, daha ucuz ve daha keyifli yerler karşımıza çıkıyor. Merkez çok turistik, fiyatlar yüksek ve doğru düzgün
oturacak yer bulmak bile zor. Dışarıya çıktıkça her şey daha gerçek
hissettiriyor. Yürümeye devam ettik. Casa Batlló ve Casa Milà’yı dışarıdan
gördük, detaylıca inceledik. Sonra rotamızı Sagrada Familia'ya çevirdik. Hava çok sıcaktı ve çok fazla yürüyorduk. O yüzden bir
kafede daha mola verdik. Biraz gölgede oturduk, dinlendik. Sonra yine yürümeye
başladık. Bu sefer rotamız El Born bölgesi oldu. Eski Roma şehrinin
kalıntılarını gördük. Gerçekten çok güzel bir düzenleme yapmışlar, tarih ve
modern mimari iç içe. Sonrasında Barceloneta Plajı'na kadar yürüdük. Plaj oldukça
kalabalıktı ama temizdi. Deniz de oldukça berraktı. Yarın sabah burada yüzmeye karar verdik.
Öğlen yemeğini Barceloneta tarafındaki şirin bir restoranda yedik. Poyraz tavuk burger sipariş etti ama tavuk burger yerine klasik
hamburger geldi. Değiştirmek istemedi. Ben deniz mahsullü paella söyledim. Gerçekten harikaydı.
Uzun zamandır böyle güzel bir paella yememiştim. Garsonlar çok nazikti. Poyraz’ın yemeği yanlış geldiği için
özür dilediler ve onun yemeğinin ücretini almadılar.
Yemek sonrası otobüsle otele döndük. Biraz uyumayı
planladık. Ben kısa süreli uyudum. Poyraz uyumadı, telefonla oyalandı.
Saat 18.30’dan sonra Picasso Müzesi’ne gitmek için tekrar
dışarı çıktık. Ücretsiz saatlerdi. Gotik Mahalle'ye yürüyerek gittik. Yol üstünde Barcelona Katedrali'ne denk geldik. O da tam
ücretsiz giriş saatine denk geldi. Katedral çok büyüktü ve özellikle iç avlusu çok
etkileyiciydi. Ağaçlar, çiçekler... Başka hiçbir katedralde böyle bir şey
görmemiştim.

Picasso Müzesi’ne vardık ama kuyruk çok uzundu. Beklemek
istemedik. Yakındaki bir dondurmacıya oturduk. Sonra Gotik Mahalle sokaklarında yürümeye devam ettik. Bir meydanda Santa Maria del Mar Kilisesi’ne denk geldik. Yol boyunca farklı farklı müzisyenler vardı. Haziran
akşamlarının bir güzelliği bu galiba. Kimi yerde elektro gitar çalan birini dinledik, kimi yerde
klasik müzik yapan düet bir grubu izledik. Başka bir meydanda toplu bir müzik performansı vardı.
Yürüyerek ama ara ara durarak hepsini dinledik. Çok tatlı, keyifli anlar
yaşadık. Keşke daha çok durabilseydik. Çok aç olmasak da bu kadar tatlıdan sonra tuzlu bir şeyler
yiyelim dedik. Bir tapasçı bulduk. Poyraz ekmek üstü tavuklu bir tapas söyledi (tost istemişti
ama bu şekilde geldi). Ben de “ayın tapası” dedikleri bir tabak söyledim:
yumurtalı, patlıcan püreli, Iberian jambonlu zengin bir sunumdu. O anda ilk kez gerçekten sohbet edip güldük. Yorulmuştuk ama
keyfimiz yerindeydi. Sonra yürüyerek otele döndük.
Gün sonunda 29.500 adım
atarak Poyraz'la adım rekorumuzu kırdık. Kendi başıma yaptığım hiçbir gezide bu kadar yürümemiştim. Otele geldik, kendimizi yatağa attık. Günü kapattık. Efsane bir gündü. Yarın sabah Barceloneta’da yüzme, sonra Gotik sokaklara
geri dönüş bizi bekliyor.
********************************************************************************
Saat 08.30 gibi kalktık. Şortlarımızı giydik, havlularımızı
aldık ve tek otobüsle Barceloneta Plajı’na doğru yola çıktık. Yol yaklaşık 20
dakika sürdü. Plaj, benim hatırladığımdan ve hayal ettiğimden çok daha
güzel, çok daha temiz çıktı. Sabah saatleri olduğu için etraf oldukça sakindi. Hemen havlularımızı serdik ve kendimizi Akdeniz’in tertemiz
sularına bıraktık. Yaklaşık 15 dakika yüzdük. Su berraktı, serinletici ama
yumuşak. Sonra kumlara oturduk, belki de Cebelitarık'dan buraya kadar ulaşan rüzgarlarla kuruduk. Etrafımızda sabah sporunu yapanlar, voleybol oynayanlar,
hafif müzik eşliğinde plaj sabahını yaşayan insanlar vardı. Bu sabah aktivitesi, Barcelona’ya ilk kez ısınmama neden oldu. Şehirle bağ kurduğum anlardan biriydi. Yüzdükten sonra plajın hemen arkasındaki dar ve serin
sokaklara girdik. Küçücük, gölgede kalmış bir kafeye oturduk. Poyraz, kruvasanın içine peynir ve jambon koydurdu. Ben de jambonlu ve brie peynirli bir sandviç aldım. Poyraz buzlu latte içti, ben de Americano. Hem kahvaltı hem de dinlenme için çok güzel bir yerdi.
Sessiz, gölgeli ve hafif bir serinlik vardı. Kahvaltıdan sonra tekrar otobüse bindik ve otele doğru
döndük. Günün daha yeni başladığını hissederek...

Saat 10.30 gibi otelden çıktık. Yine
Gotik Bölge’ye yöneldik ama bu sefer biraz daha yukarı kısımlarına girdik. Orada karşımıza bir pazar çıktı. İçeride dolaştık, birkaç
tezgahtan geçtik. Sonra küçük bir yere oturduk. Ben morina balığı yedim.
Poyraz ise bolonez soslu makarna söyledi. Sade ama güzel bir öğle yemeğiydi. Sokaklarda dolaşmak kadar
durup bir yerde soluklanmak da iyi geliyor insana. Oradan kalktıktan sonra tekrar sokaklara düştük. Gotik ve muhtemelen El Born bölgesinin içlerine doğru
yürümeye devam ettik. Yol üstünde bir dondurmacıda mola verdik. Hava gerçekten çok
sıcaktı, dondurma iyi geldi.
Katedralin karşısındaki banklara oturup meydanı seyrederken arkamızda yarı sarhoş yarı akli dengesi yerinde olmayan biri sürekli bağırıyordu. Bir on dakika sonra yanımızda oturan, evsiz olduğu belli ama düzgün ve temiz yüzlü biri, bu adamın derdi ne acaba deyince aramızda sıcak bir sohbet başladı. Dediğine göre İrlandalı ve pasaportunu kaybettiği için yenisinin çıkmasını beklerken parasız kalmış. Hikayenin doğru olup olmaması umurumda değil, nasıl ki bunları ben uyduruyorsam o da kendi hikayesini uydurabilir. Poyraz ile muhabbeti, şakaları ile dünyanın bir yerinde hayatın ruhuna ve gözlerine dokunduğumu hissettim. Oğlumun da bu ana şahit olması ise tarifsizdi benim için.
Sıcak bunaltıcı hâle gelince, saat 15.00 civarında tekrar
otele döndük. Otel odasında biraz dinlendik. Poyraz oyun oynadı, video izledi. Ben de elimde tabletle biraz okul araştırması yaptım. Zira Poyraz LGS'den yeni çıkmıştı. Mevcut şartlarla en iyisini yapmaya çalışıyorduk ve rahmetli Vedat Okyar'ın dediği gibi, eğer Beşiktaşlı isen hakemi de yenmen gerekiyordu.

Saat 18.00 gibi tekrar dışarı çıktık. Bu kez hedefimiz, Poble Sec taraflarından tepeye çıkmaktı. Yukarı çıkarken hafif bir yokuş olsa da, manzara harikaydı.
Şehrin genelini, limanı, geniş bir açıdan görmek çok iyi geldi. Tepeyi aştıktan sonra Poble Espanyol’a ulaştık. Ama açıkçası büyük bir hayal kırıklığıydı. Eskiden geldiğimde burası cıvıl cıvıl, kalabalık, rengarenk
dükkanlar ve müziklerle dolu bir yerdi. Ama bu kez akşam saatinde gittiğimiz için neredeyse her yer
kapalıydı. Dükkanlar, kafeler, sokaklar sessiz ve boştu. Kimsenin akşam saatlerinde gitmesini tavsiye etmem. Gündüz
bile olmayabilir belki ama akşam kesinlikle değil. Orada sadece bir kahve içtik. Sonra yeniden yürüyerek şehre doğru inmeye başladık. Gün yavaş yavaş kapanıyordu ama hafif bir rüzgâr çıkmıştı,
yürüyüş daha keyifliydi.
20 Haziran da böyle geçti. Sabah deniz, öğlen Gotik
sokaklar, akşam tepeden şehir…Hem çok yürüdük hem de çok farklı tatlar, hisler yaşadık.
*********************************************************************************
Sabah 07.15 gibi kalktım. Havlumu ve çantamı alıp tek başıma otobüsle Barceloneta
Plajı’na gittim. Erken saat olmasına rağmen plaj şaşırtıcı şekilde
kalabalıktı. Denizde sup yapanlar vardı. Sanırım burada sup kiralama
noktaları ve okulları var. Deniz yine tertemiz ve harikaydı. Kumsalda geceyi geçirmiş, orada uyuyakalmış insanlar da hâlâ
yerlerindeydi. Ben denize girdim. Serin, berrak ve çok canlandırıcıydı. Yüzdükten sonra yine önceki gün gittiğimiz küçük kafeye
uğradım. Guacamole, kırmızı soğan ve yumurtalı bir sandviç yedim.
Yanında kahvemi içtim. Sessiz, sade ve çok keyifli bir sabah oldu. Sonra tekrar otobüsle otele döndüm. Poyraz ben geldiğimde uyanmıştı. Duş aldım, biraz dinlendik ve tekrar dışarı çıktık. Bu sefer deniz kıyısına paralel binaların arasından
yürüyerek yine Barceloneta tarafına doğru yöneldik. Yolda bir yerde Poyraz kahvaltı etti. Ben de ona eşlik ettim. Daha sonra Barceloneta'da bir Yunan pastanesine girdik. Tatlı dondurmalar yedik. Ben ayrıca bir tane de bougatsa yedim (Yunan tatlısı). Tatlılar, deniz havası ve gölgeli sokaklarla çok güzel bir
öğle sonrası oldu. Sahilden yürüyerek tekrar otobüse bindik ve otele döndük. Şimdi biraz dinleniyoruz. Az sonra Katalan Ulusal Sanat
Müzesi’ne çıkacağız.

Otelde yaklaşık bir buçuk saat dinlendikten sonra saat 14.30
gibi tekrar dışarı çıktık. Rotamız bu kez Katalan Ulusal Sanat Müzesi (MNAC) oldu. Yolda Poyraz’la biraz tartıştık. Ufak bir gerilim yaşandı. Bu yüzden yolculuk biraz hüzünlü
ve içe kapanık geçti. Müzeye biraz geç varabildik. Müze tepede yer alıyor ve oraya ulaşmak sıcakta epey
yorucuydu. Varınca içeri girdik ama çok detaylı gezemedik. İçeride birçok tablo vardı, ama açıkçası dikkatimiz de
dağılmıştı, karnımız da açtı. Bu yüzden fazla oyalanmadan çıkıp otobüse binerek tekrar
Gotik Bölge'ye yöneldik. Orada bir restorana girdik. Ben hâlâ biraz üzgün olduğum için olsa gerek bir kadeh kırmızı şarap
canım çekti. Yanında da, 250 gram antrikot, chorizo (İspanyol sucuğu), ve nohutlu işkembe tabağı söyledim. Poyraz ise kendine, tavuk burger ve nachos sipariş etti. Patlayacak kadar doyduk. Bu akşam yemek hem midemizi hem ruhumuzu doyurdu. Yemekten sonra hafif hafif yürüyerek otele döndük. Henüz erken bir saatti ama oldukça yorulmuştuk, ruhen de
bedenen de. Otele gelir gelmez dinlenmeye çekildik.

Bugün de böyle geçti. Sabahın huzuru, öğlenin sıcağı, akşamın yorgunluğu ve
sonunda gelen sessizlik…
***********************************************************************************
Sabah kalkıp hazırlandık. Saat 09.00 gibi otelden çıktık. Bir önceki gün kahvaltı yaptığımız yere tekrar gittik. Bu kez iki küçük sandviç yedik, kahvelerimizi içtik. Ardından otobüse binip tren istasyonuna doğru yola çıktık. İstasyona vardığımızda ilk fark ettiğim şey, karşılama
alanının küçük olmasıydı ama içeride çok sayıda tren vardı. Girişte çantalar x-ray’den geçti. Oldukça uzun bir kuyruk vardı. Bu karmaşa içinde yiyecek bir şey alma fırsatımız olmadı. Zaten birkaç küçük büfe dışında, diğer büyük tren
istasyonlarındaki gibi bir şeyler gözüme çarpmadı. Trene bindik. Yaklaşık 10 dakika gecikmeli kalktı. Yol boyunca internete ulaşmak neredeyse imkânsızdı. Pek keyifli bir manzara da sunmadı bu rota. Açıkçası,
Barcelona–Madrid arasındaki tren yolu çok etkileyici değildi. Yine de tren tam saatinde Madrid’e ulaştı. Ve işte, Madrid istasyonu. İstasyona indiğimiz anda “evet, burası İspanya” dedim. Çünkü Barcelona bir dünya şehri, fazla turistik, biraz da
kaotik. Üstelik orada hep bir kanalizasyon kokusu vardı. Ama Madrid daha İspanyol, daha karakterli, güzel kokularla karşıladı bizi. İlk izlenim hemen içime sindi.
Otele geldik. Otelimiz eski bir binanın içindeki katlardan biri. Odamız sade ama sevimli. Özellikle tuvalette gün ışığı olması çok hoşuma gitti. Küçük
ama ferah detaylar. Sonra hemen yakındaki bir İtalyan pizzacısına geçtik. Ben bira, Poyraz ise sprite söyledi. Masaya önce kızarmış pirinç topları geldi. Ardından pizza ve
makarna gelecekti.
Uzun uzun sokakları yürüdük ve Madrid'de geceye rüyalar bıraktık.
*********************************************************************************
Sabah kalktık ve düğüm düğüm, kıvrılarak ilerleyen
Madrid sokaklarından yürüyerek bir Güney Amerika–Meksika–Asya pazarı gibi karma
bir pazara doğru yöneldik. Pazar küçük ama çok karakterliydi. Hem taze balık ve et ürünleri satan yerler vardı, hem de
çeşitli hazır yiyecek stantları. Ben burada kahvaltı olarak, önceden sosta haşlanmış, sonra
yağda kızartılmış domuz eti yedim. Yanında klasik Meksika mutfağından bir tabak. Kireçli suda bekletilmiş mısır (nixtamalize edilmiş), kırmızı soğan, ve tatlı patates vardı. Gerçekten güçlü ve derin bir tattı. Poyraz burada bir şey yemedi.

Sonra başka bir mekâna oturduk. Poyraz burada iki tane kruvasan yedi. Ben ise bir yoğurt kase söyledim ve kahvemi içtim. Sabahın ikinci bölümü daha sade ve dingin geçti. Sonrasında Kraliyet Sarayı'na doğru yürüdük. İçeri girdik, sarayın farklı bölümlerini gezdik. Tarihin içinde dolaşmak gibiydi, ihtişamlı salonlar, duvar
süslemeleri, devasa avizeler. Ardından Kraliyet Mutfağı’na geçtik. Bakır tencereler, fırınlar, kalaylı büyük kaplar. İlginçti, çünkü bir ülkenin mutfağı aslında tarihinin çok
sessiz ama güçlü bir anlatıcısı.
Günü tamamlamadan önce, otelimizin yakınlarında bir
dondurmacıya uğradık. Tatlımızla birlikte hafifledik. Sonra otele döndük, dinlenmeye geçtik. Bugün biraz daha ağır adımlı, daha içe dönük ve kültür dolu
geçti. Yarın yeni tatlar, yeni sokaklar, belki de başka bir meydan
bizi bekliyor.
*********************************************************************************
Sabah, Poyraz henüz uyanmadan tek başıma dışarı çıktım. Sokağın başındaki küçük kafeye oturup gelen geçeni seyrettim. Poyraz uyandıktan sonra yürüyüşe çıktık. San Miguel Pazarı tarafına doğru yürüdük. Sokak sokak dolandık, Madrid’in gölgeli taş zeminlerinde
ağır adımlar attık. Öğleye doğru, biraz yorulunca odamıza dönüp dinlendik.
Akşamüstü saat 17.00’de, Templo de Debod’a gittik. Mısır’dan getirilen antik bir tapınak. Tam biz dolaşırken hava aniden kapandı. Gökyüzü karardı, yağmur bulutları geldi, şimşekler çaktı,
rüzgâr yükseldi. Her yer bir anda toz bulutlarıyla sarıldı. Sanki şehir bir film setine dönüşmüştü, o kadar dramatikti. O akşam için bir İspanyol restoranına rezervasyonum vardı. Yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşle oraya vardık. Tam vardığımızda yağmur da başlamıştı. Restorana girdik. Poyraz için bolonez soslu bir makarna, benim içinse klasik
ama güçlü İspanyol tatlar: Madrileño usulü işkembe (callos a la madrileña), Kan sosisi (morcilla), ve kızartılmış domuz kulağı (oreja de cerdo frita)
söyledim. Yemekten sonra hafif hafif yürüyerek otelimize döndük. Hava hâlâ ıslaktı, ama içimiz toktu, adımlarımız sakindi. Günü kapattık.

Böylelikle yedi günlük turumuz sona erdi. Dünyanın bir köşesini daha, bu sefer oğlum ile birlikte adımlamak kalbimin en şaşalı köşelerinden birine hatıra olarak kondu. Adımlarımı yavaş yavaş ona devretmek ona bırakacağım en anlamlı miraslardan.