25 Eylül 2024 Çarşamba

Bisikletle Bodrum / 2


İzmir limandan Seferihisar 60 km. Ben 60 km yaparız desem de Uğur yapamayız gece bastırır diye ısrar ediyor. Haklı. Otogara gidip oradan otobüsle gitmeyi denemeye karar veriyoruz. Fakat yanlış tarifler yüzünden 10 km boşa pedal çeviriyoruz. Bizi eski gara yönlendirmişler. Yeni gar 25 km ötede. Mahvoluyoruz. Sabahtan beri açız. Şehre geri dönüp otel fiyatlarını sormayı deniyoruz. Fiyatlar bütçemizin çok üzerinde. 2 kişi 4.5 milyon. Sonunda en uygununun taksi ile gitmek olacağında mutabık kalıyoruz. İlk bulduğumuz taksiyi çevirdiğimizde saat 21.30.  Yaşlı bir adam. İçkili gibi. Benim bisikleti bagaja bağlıyoruz. Uğur'un ki arka koltukta. Bizi 2 milyona götürecek. Yola çıkıyoruz. Pusula doldurmamız gerekiyormuş. Uğur dolduruyor. Otoyola girerken bileti almıyor adam. Seferihisar çıkışına geliyoruz. Polis çeviriyor bizi. Pusulanın onaylanması lazımmış, bagaj açıkmış, adam sarhoş, ehliyetini de evde unutmuş. Nereden baksan ceza yağıyor. Yarım saat konuşmalar sürüyor. O sırada otobanda aç bekliyoruz. Evimizde şu an rahat rahat uyuyabilecekken neden burada olduğumuzu sorguluyoruz. Bu sorgulamanın zor giden her macerada aklıma gelmesi bana hep Seferihisar'ı hatırlatır ve sakinleşirim. Sorunlar bir şekilde halloluyor ve 23.00 gibi Seferihisar'a varıyoruz. Bu sefer de şoför bizden ceza parasını istiyor. Ne diyorsun diyorum? Siz 50 km dediniz, burası 65 km diyor. 2.4 milyona anlaşıyoruz. O kadar yorgun ve açız ki tartışacak gücümüz yok.

Kendimize zor zar işçilerin kaldığı, küçük bir pansiyon buluyoruz. Sahibi şirin bir teyze. Yataklar pis, banyo kötü. Yiyecek bulmak için dışarı çıkıyoruz. Sokak arasında bir düğün var bitmek üzere. Bir bakkal buluyoruz. Bayat bir ekmek, sarelle ve kola olanlar. Uğur ile yarın eve dönme tartışması yapıyoruz. Yarın da deneyip olmazsa dönmek üzere karar veriyoruz. Yatağın pisliğine ve böcekle karşılaşmasına rağmen uyuyoruz. 

Sabah kalktığımda çok iyi hissediyorum. Dünden kalan iyice bayatlamış ekmek, sarelle ve kola ile kahvaltı yapıyoruz. Teyzenin bize verdiği suyu da yanımıza alıp çıkıyoruz.  Hedef Kuşadası, 88 km. Yollar gayet düz, ara sıra rampalar var. Su yolda çok problem oluyor. Normalde böyle bir aktivite yazın tam ortasında yapılmamalı ama bizim için uygun olan zaman bu idi. Dünkü karamsarlıktan iz kalmadı. Güneş parıldıyor ve deniz masmavi. Doğanbeyli'de yemek arası. Ekmek arası beyaz peyniri mezarlık duvarının üstünde yediğimiz anı unutamam. Rampalar sıklaşıyor. Bir rampa inişine geldiğimizde bir bakıyoruz karşıda kocaman bir rampa daha. Yollar çok güzel. Claridos koyu harika ama inip yüzmemiz çok büyük vakit kaybı. Bir gün buraya gelmeyi kafama yazıyorum. Efes ve Selçuk yol ayrımına da giremiyoruz. Saat 16.00 ve biz gün batmadan denize girmek istiyoruz. Yolda bir satıcıdan 20 bin liraya üç şeftali alıyoruz ki tadı hala damağımda. Bir benzin istasyonunda su molası veriyoruz. Kuşadası'na ne kadar olduğunu soruyoruz. Nereden geldiğimizi soruyor. Manyak olduğumuzu söylüyor ve söylenerek uzaklaşıyor. Yolda bagaj lastiğim zincirlere takılıyor. Çıkarıyorum ama her tarafım yağ. Kuşadası'na vardığımızda saat 18.00. Hemen bir pansiyon bulup kendimizi denize atıyoruz. Deniz hiç umduğum gibi değil. Pansiyonda 30 dakika duş alıyorum. Hayatımın en güzel duşu. Akşam çarşıya iniyoruz ve nerede ise 3. günün sonunda doğru dürüst yemek yiyoruz. İskender ve yanında bira. Turist kızların ise güzelliğinden psikolojik bunalıma giriyoruz. Kabuğumuzun dışında neler oluyor böyle? İki gündür çay içmek istiyorduk. İki çay içip pansiyona dönüyoruz. Yatağımın pis koktuğunu fark ediyorum. Tiksintiden bütün gece aynı konumda yatmışım. Yine de rahat uyudum. Gün sonu denize girme, duş, şehir gezisi, güzel bir yemek bir bira ve deliksiz uyku ritüelimiz olacak gezi boyu. Hey bu yolculuk bir harika dostum !

24 Eylül 2024 Salı

Bisikletle Bodrum / 1

 


Yıl 995. İstanbul İktisatta ilk yılım. Bütün kış çok sıkıcı geçiyor. Aylak geçen günler bana bir şeyler yapmam gerektiğini fısıldıyor. İçimdeki seyyah ruhu çırpınıyor ama maddi olanaklar ancak her ay Atlas dergisi alıp okumaya imkan veriyor. Buna bir de cesaretsizlik eklenince yerimden kıpırdayamıyorum. Yine böyle günlerden birinde, bir Şubat akşamı odamda duvara yaslanmış duran bisikletime gözüm takılıyor. Hep aklımda olan ama düşünmeye bile cesaret edemediğim bir fikir tüm ruhumu aydınlatmaya başlıyor. Evet delice ama bu şartlar altından ihtiyacım olan da bu. O zamanlar böyle bir seyahat yapıldığında Atlas dergisine konu olabilir ya da ancak yabancılardan duyardınız. Bisikletle Ege'ye gitmekten bahsediyorum. Tek değil de bir yol arkadaşı ile gitsem birbirimize destek oluruz. Pek arkadaşım yok, bisiklete binmekten keyif alıp böyle bir yolculuğu göze alacak ise hiç yok. Defanstan bir forvet çıkarmam lazım. Aklıma liseden sıra arkadaşım Uğur geliyor. Bütün yaz bisiklet üstünden inmezdi. İlk söylediğimde imkansız buldu. Nasıl yapacağımızı anlattıkça kabul eder hale geldi. Aslında kabul edeceğini hiç ummuyordum. Zamanla benden daha çok ister hale geldi. Ailemi daha doğrusu annemi ikna etmem çok daha zor oluyor. Aylarca kabul ettiremiyorum. O da zamanla endişesini yenemese de onayı veriyor. 

Bütün yazı kurtaracak tek planım bu. Hatta 30 yıl ileriden baktığımda hayatımda aldığım en doğru kararlardan ilk aklıma gelenlerden. Antremanlar bahar boyu sürüyor. En çok korktuğum bisikletin arızalanması. Çünkü lastik tamiri dahil bilmiyorum. 

14 Temmuz saat 19.00'da bizi İzmir'e götürecek feribot Saraburnu'ndan kalkacak. İzmir'den Bodrum'a 500 kilometrelik bir rotamız var. Bir hafta civarında pedal basmayı hedefliyoruz. Apartmandan sokağa çıktığımda annemin camda ağlamasını unutamam. Beni de garip bir ruh hali aldı. Bu daha sonra sevdiklerimden ayrı bir yola çıkacağım zaman hep böyle oldu. Dolayısı ile hayatımda uzun bir seyahate çıkmak çok kolay olmadı benim için. Sokağa inince bisiklete çantaları yükleyip vedalaştım. Meraklı bakışlar arasında Sarayburnu'na doğru yola çıktım.

Sarayburnu'na vardığımda dostum Zafer ve kız arkadaşım bizi geçirmeye gelmişti. Feribot 3 saat rötar yapınca endişeleniyoruz. Çünkü amacımız ertesi gün erken İzmir'e varıp, 60 km ilerideki Seferihisar'da konaklamak. Feribotta 4 koltuk boş ve biz yayılıyoruz. Yanımızda biraz yolluk var ama idareli kullanmalıyız. Bütçemiz çok kısıtlı. Gece denizde açıldıkça şehir ışıkları kayboluyor. Karanlığın ortasındayız. Feribotun çıkardığı dalga seslerinden başka ses yok. Uzunca bir süre seyrediyoruz sesleri, geceyi. Yıldızlar evin penceresinden göründüğünden çok. Hava serinliyor ve içeri girip koltuklara uzanıyoruz. 

Sabah uyandığımda güneş doğuyordu. Uğur'u uyandırmadan arka güverteye çıkıyorum. Çanakkale Boğazı'ndan geçiyorduk. Kimseler yok. Bir sandalye çekip bu huzurlu ortamı ileride hatırlayabilmek için olabildiğince hissediyorum. İlerleyen saatlerde hava iyice sıcaklaşıyor. Baş tarafta yatıp Yunan adalarını seyrediyorum. Ve zaman ilerledikçe başımıza geleceği anlıyoruz. Çok geç varacaktık. Yolluklarımız bitmişti ve biz feribotta bu kadar paraya bir şey yemek istemiyoruz. İzmir'e saat 19.00'da varıyoruz. Şimdi olduğu gibi cep telefonları, navigasyonlar olmadığı için yolumuzu bulmak kolay olmayacak. Nasıl bir çözüm bulacaktık, bilmiyorduk. Bu akşam Seferihisar'da olmalıydık. Bisikletlerimiz arabaların olduğu bölümde. Yanlarına gidip çıkmaya çalışırken, "nereye gidiyorsunuz", "inanmıyorum", "dalga geçiyorsunuz" laflarını onlarca kez duyuyoruz. Bu bizi şevklendiriyor. İstanbul'da da yapamayıp erkenden geri döneceğimizi düşünen çok arkadaşımız vardı. 

19 Eylül 2024 Perşembe

Geç Kalan Tren / Odesa


Eskiden odanın penceresini açıp açmamakta kararsız kalmazdı. Güneş odaya girip, gözlerinin hala görmeye alışmadığı gergin ve diri olmayan elinin derisini yaksa da, camı açtığında içeri giren rüzgar üşütüyordu. Hastalanma ve iyileşme süreci artık çok zordu, o yüzden cam kapalıydı. Camın kapalı olması, bahçenin hemen ardından geçen trenin sesini biraz azaltsa da, yine de her geçişi lokomotif ve tüm vagonlarını izleyecek kadar yeterli seviyede idi. Tren saatleri pek şaşmazdı. Sabahları 10 dakikada bir geçerdi. Zamanla kendine bir rutin tutturmuştu. Güneş mutfağı terk ettikten sonraki ilk trende kalkar, üzerini giyinir ve beş dakika mesafedeki parka yürürdü. Bir kaç sene önce, hangi sene olduğunu unuttuğu bir zamanda parkta tanıştığı Olena ile biraz sohbet ederlerdi.  Her gün onunla konuşmak, yataktan kalkmak ve hayata katlanmak için tek sebepti. Olena ne düşünüyordu? Doğrusu umurunda değildi. Hayatta o kadar düşünmüştü ki, zihni şimdi kocaman kuru bir çöldü. Sonsuz kum düzlükleri.

Uyandıktan sonra yataktan hemen kalkmamaya gayret ediyordu. Zaman artık genişti. Dostları ve arkadaşlarının çoğu ya ölmüş ya da araya yorgun vücutların kaldıramayacağı mesafeler girmişti. Böyle olsa da yatakta çok fazla kalamıyordu. Yavaş yavaş oturur pozisyona gelip, yanındaki dolabı tutarak ayağa kalkıyordu. Tuvalete yaklaştığında, apartmanın boşluğundan hafif bir makine yağı kokusu geliyordu. Bina eski olmasına rağmen hala çalışan bir asansörü vardı ve bakımı sıkıca takip ediliyordu. Asansör aşağı yukarı hareket ettikçe teknik aksamından gelen koku bu boşluğa bakan camlardan içeri hafifçe süzülüyordu. Kokuyu sevmiyor değildi. O da yaşama dair bir şeydi ve şu anda ihtiyacı olan en önemli konu hayata dair olmaktı. Yüzünü bir kaç su darbesi ile yıkardı ki suyun soğukluğu bunu yeterli kılardı. Saçları artık tek tük kaldığından, yataktan kalktıktan sonra düzeltmek gerekiyordu. Hoş artık yaz dışında bere takıyordu. Bere takmayı da tercih etmezdi de hayatın bu enlemlerinde bazı şeyler keyfi değildi. Sakalları ne çabuk uzamıştı. Oysa her pazartesi keserdi. Yaşlandıkça daha çabuk uzuyor olamazdı. Olabilir miydi? Neyse daha günlerden salı idi. Haftaya kadar bekleyebilirdi. İki günde bir sakal kesmekle uğraşmayacaktı. 

Daire kapısına kadar yürüdü. Gazeteyi bırakmış olmalılardı. Televizyon seyretmezdi. Her sabah gelen gazete ve radyosu yetiyordu. Televizyon izlemek başını da ağrıtıyordu. Kapının kilidini açtı. Karanlık koridor, yıllardır gördüğü sureti hala hatırlıyordu ki lamba yandı. Gazeteyi gıcırdayan dizlerini yavaşça kırıp aldı. Serin havada gazeteyi tutan elleri ısındı. Kapıyı kapatıp mutfağa geçti. Gazeteyi eskimiş tahtadan küçük masanın üzerine iliştirdi. Çeşmeden su doldurup ocağa koydu. Saat kullanmıyordu. Ne evde ne kolunda. Zamanın aktığını görmek istemiyordu. Sabahları ekmek, peynir ve kahve yetiyordu. Buzdolabını ekmek çıkartmak için açtığında ekmek kalmadığını gördü. Oysa her zaman bir hafta yetecek ekmek tutardı dolapta. Anlam veremedi.  Gazetedeki haberler çok ilgisini çekmese de zamanı geçirmek için okuyordu. Küçük yazıları okumak kolay olmuyordu. Bazen kelimeleri hatta cümleleri atlıyordu, farkında idi. Evin içi güneşi sabahları alıyordu. Sonra geçip gidiyordu. O da günü hissedebilmek ve yalnızlığını geçiştirmek için evden çıkıp parka gidiyordu. 

İşte bir tren daha geçti. İnsanlar bir yerlere koşturuyor. Trenler onları yetiştiriyor. Su kaynadı, tekrar kalkıp kahve yapmak lazımdı. Böyle tekrar tekrar oturup kalkmak zorlardı. Hem ağrısı hem halsizliği vardı. Kahveyi de yapıp masaya tekrar oturdu. Olena ne yapıyordu acaba? O kadar zamandır tanıyordu ama ne Olena kendi evine gelmişti ne Olena'ya gitmişti. İkisi de yalnız yaşıyordu oysa. Ne güzel olurdu evde anlaşabildiği biri olsaydı. Olena ile evde anlaşabilir miydi acaba? Bu soru hakkında o da düşünüyor muydu? Olena'yı gördüğünde bunu soracaktı. Güneş odayı terk etmiş, tren geçip gitmişti. Olena ile nerede buluşuyordu, hatırlayamadı. Tuvalete gidip, makine yağı kokusunu burnuna çekti. Kendini halsiz hissediyordu. Odasına gidip yatağa uzandı. Geçmiş yıllarda deniz kıyısına iner, hem Karadeniz'in dalgalarında serinler, arkadaşları ile küçük kırmızı karidesleri çerez yapıp bira içerlerdi. Denizden gelen tuzsuz rüzgar vücuduna masaj yapardı sanki. Rüzgarın yine estiğini duyumsadı sanki. Gözleri yavaşça kapandı, ağzında leziz karides tadı ile.

İki gün sonra polisler kapıyı kırıp girmek zorunda kaldılar. Olena iki haftadır parkta karşılaşmayınca, karakola gidip, alzheimer olan arkadaşının adını vermiş ve kontrol etmelerini istemişti. Polisler adresini tespit edip gittiğinde açlıktan öldüğü ortaya çıkmıştı. Odayı terk eden güneşten sonra geçen tren ile dışarı çıktığını artık hatırlayamadığı için eve hapis kalmış. Günlerce aynı döngüde yaşamıştı. Odesa'da bir tren çok geç kalmıştı.





10 Eylül 2024 Salı

Düşünmeler / Aradığın Zıddındadır


Sonda söyleyeceğimi başta da söyleyeceğim sevgili okur: Aradığın zıddındadır. Hadi genelleme yapmamak adına şöyle söyleyeyim: Eğer hala aradığını bulamadığını hissediyorsan, bir kez de aradığının zıddına bakmayi denemez misin?

Ne kadar iddiali bir fikir değil mi? Sana bugune kadar aslında gitmen gereken yolun tersine gitmiş olabileceğini söylüyor. Çoğumuz için bildiğimiz yolda giderken, oturup acaba diye bile düşünmeden ilerleyeceği kadar sert. Bir nefes alıp oturanların, onca yol yorgunluğunu bir nebze hafiflettiğini aklına getiremeyecek kadar karmaşık. Kalan bir elin parmakları kadar olanlarımızı birbir, bu kadar yürünmüşlük, emek boşuna değil, varacağımız yer yakınlaşmış olmalı dedirtecek kadar kalkıp devam ettiren. Ve nadir olanımızın denemeye değer deyip tersine yola çıkartacak kadar cesaret gerektiren.

Neden peki aradığımız zıddında olabilir? O kadar açık seçik ne istediğimizi bilirken. Bence diyeceğim cümlenin başında ve yine belirtmek ihtiyacı duyacağım; benim adamda yaşadıkların, kurallar, korkuların, travmalarından dolayı, zihnin aradığını hic aramayı akıl edemeyeceğin yerlere saklayabilir. Hani bazı filmlerde olur ya katil, katili arayan dedektiftir gibi. Aranır durulur aranan, arayan pes eder, tekrar kalkar, hayat akıp geçer. Belki de bulunmaz hiç. Çoğumuz da bulamayacaktır. 

Çok da uzatmadan lafı, önümde sahile vuran dalgalara da zaman vermek istediğimden sana son bir söz söyleyeceğim. Ha başta da söylemiştim ama sonda da söyleyeceğim demiştim.

Bir de zıddına baksan, bir kapı aralayıp. Tekrar kapatmak senin elinde. 

3 Eylül 2024 Salı

Düşünmeler / Keyfimin Kahyası

 


       Kendime ait bir ada olarak da tanımlayabileceğim, Düş Tarlaları blogunda sürekli yaşamaya ve bir hayat kurmaya çalışmaya başlayalı yaklaşık 3 ay oldu. Bu süre zarfında olanları, yine bu adada kalması için buraya aktarmak istedim. En çok da insanın kendine anlatısı olma tarafı hoşuma gidiyor. Geçenlerde 35 yıl önce yazdığım notları buldum da hem kendimdeki değişimi hem değişmeyenleri görmek, nerelerden geçtiğimi hatırlamak, yüzümde gülümsemeler bazen de çatık kaşlar yarattı.

İnsanın yaşadıklarından ziyade yaşadıklarını yorumlayış biçimi fark yaratıyor sanırım. Sanırım diyorum çünkü bir önceki cümlede belirttiğim gibi bu konu da benim yorumum. Genellenmeye, doğru olmaya ihtiyacı da yok, ihtiyacım da yok. Neden mi? Her defasında tekrarlamaktan bıkmadığım gibi, "Belki de bunlar yaşanmamıştır, ben uyduruyorumdur", ve uydurmalarım benim adamın sınırlarını belirler. Bir ada dört tarafını da su kaplıyorsa adadır. Öyle ise Kaşık Adası ne kadar bir ada ise Amerika kıtası, Avustralya ve hatta Asya, Avrupa ve Afrika birbirini bağlayan o küçücük kavşakları da onlara dahil olduğu için bir ada değil midir? Gayet de bir adadır. Yani uydurmaların, hikaye ve masalların ne kadar akıl almaz ise o kadar büyük adalar oluşmaz mı? Ve bir adanın etrafının su ile çevrilmesi mi gerekir? Mesela dünyamız bir ada olamaz mı? Onun da yuvarlak ya da yuvarlağa yakın biçimini çevreleyen uzay boşluğu su yerine geçmez mi? Bence geçer. Ve nice örnekler verebilirim sana beni okuyan , okuyacak olan, tanıdığım , tanımadığım, okuyacağım deyip bir kere bile linke girip okumayan. Etrafımızı saran yalanlar, kurallar, düzen ya da kaos da bizi bir ada yapmaz mı? 

Ada önemlidir ve her ada kendine özgüdür. Aynı her insan her olayı farklı yorumlayıp kendi adasını oluşturduğu gibi. Yıllardır yazdıklarımı ne yapacağım diye düşünmeye bir son verip kendi adamın içinde bir göl oluşturup, Düş Tarlalarında yazmaya başladım. Sürekli, sınırı olmadan, canım ne isterse, istediğim kadar uydurarak. Doğduğumuzdan beri bize dayatılan kurallar, hedeflerden (aynılarını biz de yapıyoruz yani kendimizi bu durumdan soyutlamadan) sıyrılıp keyfimin kahyası olmaya çalıştığım son 6 ayda, kendimi soğuktan ve yağmurdan koruyacak bir çatı inşa etmeyi, toplayıcılıkla ve avcılıkla besinimi sağlamaya başardım. Artık sabahları alarmla kalkmıyorum. Bir şeyler yapmadığım zaman kendimi suçlamayı bıraktım. Anladım ki bizi en çok bağlayan konu bir şeyler yapmak zorunda olduğumuzun dayatılması ve yeterli olmadığımız hep daha ileri gitmemiz gerektiği konusunda yaşadığımız kendimizi suçlamalarımız. Şöyle bir düşün; besleyici yemekler yememek, dersi anlamamak, sınavdan daha yüksek not alamamak, kan değerlerimizin belirtilen değer dışında olması, günümüzün artık tiksindirici boyuta ulaşan pozitif olamamak ve enerjimizin düşüklüğü:), yöneticinin her geçen sene çıtayı yükseltmesi, eşinin sevgilinin onunla yeterli derece ilgilenmediğini söylemesi, ve daha niceleri...

Ne dedim en önemlisi hiç bir şeyin yeterli gelmemesi, bir şeyler yapmak zorunda bırakılışımız ve bırakmamız. Koltuğunda hatta koltuğun yoksa dünyanın sana sunduğu her hangi bir zeminde oturmak ve geleni geçeni izlemek. Bulutları seyretmek, kokuları hissetmek. Gayet yeterli ve kendi kendine yeten bir ada olduğumuzu ve dalgaların bize vurup geri çekilmesi için bir şey yapmak zorunda olmayışımızı bilmek, keyfimizin kahyası olmamızın ilk adımı.

Daha yazacaklarım var ama keyfim yeter diyor , gidip kanepeme uzanacağım, ben onun kahyasıyım.