seyahat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
seyahat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ekim 2024 Pazartesi

Bisikletle Bodrum / 3



Onca yorgunluğun ve duygusal iniş çıkışların ardından güneşli bir Ege gününe uyanmak ne güzel. Aklımızdan acaba bisikletleri otobüse atıp Didim'e mi gitsek diye geçiriyoruz. Bir yandan da ne çabuk bir pes etme deyip kendimize yediremiyoruz. Didim'e 80 km var. Bir duş alıyorum ve terasa kahvaltıya çıkıyoruz. Önümüze ne gelirse yiyoruz. Ekmek, zeytin, domates, reçel, peynir, yağ. Bayat ekmek, sarelle, koladan sonra ziyafet oluyor. Odaya inip eşyaları topluyor ve bisiklete yüklüyoruz.

Yolda rahatlık ağır basıyor ve otobüs garına gidip otobüs bekliyoruz. Otobüsler geçer binersiniz diyorlar. 1.5 saat bekleyip saat 11'i gösterene kadar hiç bir otobüs bizi almıyor. Çare yok, pedallara basmaya devam. Hayat kendi bildiği gibi akıyor. Hemen dik bir yokuş. Yavaş yavaş yükseliyoruz. Otostopta yapmayı ihmal etmiyoruz kamyonlara. Nafile. İki ihtimal var. Ya sağa dönüp Dilek Yarımadası üzerinden kestirmeden (haritadan öyle gözüküyor) ya da Söke üzerinden Didim'e gidebiliriz.  Sağa sapıp önce Davutlar'ı geçiyoruz. Köylüye Dilek Yarımadası Milli Parkı'ndan geçebilir miyiz diye soruyoruz. Komiserlerin bizi oradan bırakmayacağını, geçiş olmadığını söylüyorlar. Fakat biz yol ayrımından çok uzaktayız. Geri dönemeyiz. Söke'ye nasıl gidebiliriz diye soruyoruz bu sefer. Bize dağ yolunu gösteriyorlar. Tırmanmaya başlıyoruz yine. Yol asfalt ama araba geçmiyor. Ne suyumuz var ne yemeğimiz. Yolda da hiç bir şey yok. Aç ve susuz bir saat sonra bir köye varıyoruz. Camiye girip su içiyoruz. Çocuklar var etrafta. Bakkalı soruyoruz. Yok diyorlar. Fırın diyoruz. Ekmeği evde yaptıklarını söylüyorlar. Mecburen aç devam etmek zorundayız. Çocuklar Söke'ye gidemezsiniz çok uzak diyorlar. Çaremiz yok, yola devam ediyoruz. Bir saat sonra ise halimiz kalmıyor. Hiç bir araç geçmedi şu ana kadar. Yolun ortasına oturuyoruz. İstanbul'dan aldığım küçük bir kavanoz ballı cevizli karışımı yiyoruz. Uzaktan bir ses gelmeye başlıyor. Yaklaşınca bir kamyon olduğunu anlıyor, ayağa kalkıyor ve durduruyoruz. Adama yalvarıyoruz ve arkaya atlıyoruz. Yüzümüzde bir karış gülümseme ! 

Söke'de indiğimizde ilk gördüğümüz pide salonuna giriyoruz. Yarım saat oyalandıktan sonra Didim'e doğru yola koyuluyoruz. Önümüzde dümdüz Söke ovası. Rüzgar arkamızda. Bir 5 km de bir kamyon arkasında yol aldıktan sonra Didim tabelaları gözüktü. Vardığımızda güzel bir otele yerleştik ve ritüeli gerçekleştirdik.

Ertesi gün rota Güllük. Yaklaşık 100 km yolumuz var. Dağlık bir rota. Bol rampa ve iniş. Sabah erzak depoladığımız bakkal, gidemezsiniz diyor. Dünkü aç ve susuz kalmamızın etkisi ile bolca yükleniyoruz. Ne kadar yüklensek de su çok çabuk bitiyor. Rüzgar da karşı yönden esiyor. Bafa gölüne çıkmamız uzun sürüyor. Manzara harika. Göl kenarında yemek molası veriyoruz. Cebimdeki para ile ancak bir tabak, adını ilk kez duyduğum şakşukayı alıyorum. Oysa yılan balığını yemeyi çok isterdim. Bafa gölü o zamanlardan içimde kalıyor ve hayatımın geri kalanında bir çok kez gittiğim ve yılan balığı yediğim, özgürce dolaştığım benzersiz bir coğrafya olarak haritama işleniyor.

Yokuş yukarı giderken çektiğimiz eziyet, rampa aşağı yaklaşık 70 km'lik hızlarla zevke dönüşüyor. Yol üzerinde Çamiçi köyünde verdiğimiz molada kimseyi göremiyoruz. Tüm insanlar nerede? Rüzgardan pencereler ve kapılar bir korku filminde gibi çarpıyor. Köy çeşmesinden içtiğimiz su buz gibi.

Milas'a ulaşıp Spil dağına tırmanmaya başlıyoruz. Yolun başında Uğur bir tıra tutunuyor. Benim tutunmama izin vermiyor hain :). Ama intikamımı alıyorum. Arkadan gelen kamyonet bunu görüp, tutunmamı söylüyor. Tırı ve Uğur'u sollarken, kamyon şoförü ve ben gülmekten kırılıyoruz. Tepede el sallayıp bırakıyorum. Müthiş bir hızla, rüzgarın sesini dinleyerek iniyorum. Aşağı indiğimde Uğur'u 10 dakika bekliyorum. Güllük'e 18.00 civarı varıyoruz. Otel ararken otelin önündeki koca kaktüsün dikeni kalçama batıyor. Aman ne acı ! Ritüeli gerçekleştirmek için limana iniyoruz. Bir kadın iskelede bir kolunu denize doğru sallandırarak yatmış. Güneş ters açıdan gelip kadını karanlık bir gölgeye dönüştürmüş. Sanki bir denizkızı dinleniyor. Akşam iskender yiyip, ankesörlü telefondan evi arıyorum. Bambaşka bir enlemde bambaşka bir hayat yaşıyorum. Sanki dalgalar beni kıyımdan aldı ve açık denizlere sürükledi.

Son gün hedef Bodrum. Çok az yolumuz var. Eğlene eğlene gidiyoruz. İlk kez gün ortası deniz giriyoruz, Güvercinlik'te. Öğlen Bodrum'dayız. Bisikletleri kargoya veriyoruz. Toplam 500 km yol yapmışız. İçimizde kendimize bir güven. Başarmanın haklı gururu. Cesaretim kaybolduğunda hep dönüp baktığım çok sağlam bir kerteniz. Uğur ile dostluğumuzda sıkı bir bağ. Sezgilerime, ruhuma kulak vermenin doğruluğunun bir kanıtı...


25 Eylül 2024 Çarşamba

Bisikletle Bodrum / 2


İzmir limandan Seferihisar 60 km. Ben 60 km yaparız desem de Uğur yapamayız gece bastırır diye ısrar ediyor. Haklı. Otogara gidip oradan otobüsle gitmeyi denemeye karar veriyoruz. Fakat yanlış tarifler yüzünden 10 km boşa pedal çeviriyoruz. Bizi eski gara yönlendirmişler. Yeni gar 25 km ötede. Mahvoluyoruz. Sabahtan beri açız. Şehre geri dönüp otel fiyatlarını sormayı deniyoruz. Fiyatlar bütçemizin çok üzerinde. 2 kişi 4.5 milyon. Sonunda en uygununun taksi ile gitmek olacağında mutabık kalıyoruz. İlk bulduğumuz taksiyi çevirdiğimizde saat 21.30.  Yaşlı bir adam. İçkili gibi. Benim bisikleti bagaja bağlıyoruz. Uğur'un ki arka koltukta. Bizi 2 milyona götürecek. Yola çıkıyoruz. Pusula doldurmamız gerekiyormuş. Uğur dolduruyor. Otoyola girerken bileti almıyor adam. Seferihisar çıkışına geliyoruz. Polis çeviriyor bizi. Pusulanın onaylanması lazımmış, bagaj açıkmış, adam sarhoş, ehliyetini de evde unutmuş. Nereden baksan ceza yağıyor. Yarım saat konuşmalar sürüyor. O sırada otobanda aç bekliyoruz. Evimizde şu an rahat rahat uyuyabilecekken neden burada olduğumuzu sorguluyoruz. Bu sorgulamanın zor giden her macerada aklıma gelmesi bana hep Seferihisar'ı hatırlatır ve sakinleşirim. Sorunlar bir şekilde halloluyor ve 23.00 gibi Seferihisar'a varıyoruz. Bu sefer de şoför bizden ceza parasını istiyor. Ne diyorsun diyorum? Siz 50 km dediniz, burası 65 km diyor. 2.4 milyona anlaşıyoruz. O kadar yorgun ve açız ki tartışacak gücümüz yok.

Kendimize zor zar işçilerin kaldığı, küçük bir pansiyon buluyoruz. Sahibi şirin bir teyze. Yataklar pis, banyo kötü. Yiyecek bulmak için dışarı çıkıyoruz. Sokak arasında bir düğün var bitmek üzere. Bir bakkal buluyoruz. Bayat bir ekmek, sarelle ve kola olanlar. Uğur ile yarın eve dönme tartışması yapıyoruz. Yarın da deneyip olmazsa dönmek üzere karar veriyoruz. Yatağın pisliğine ve böcekle karşılaşmasına rağmen uyuyoruz. 

Sabah kalktığımda çok iyi hissediyorum. Dünden kalan iyice bayatlamış ekmek, sarelle ve kola ile kahvaltı yapıyoruz. Teyzenin bize verdiği suyu da yanımıza alıp çıkıyoruz.  Hedef Kuşadası, 88 km. Yollar gayet düz, ara sıra rampalar var. Su yolda çok problem oluyor. Normalde böyle bir aktivite yazın tam ortasında yapılmamalı ama bizim için uygun olan zaman bu idi. Dünkü karamsarlıktan iz kalmadı. Güneş parıldıyor ve deniz masmavi. Doğanbeyli'de yemek arası. Ekmek arası beyaz peyniri mezarlık duvarının üstünde yediğimiz anı unutamam. Rampalar sıklaşıyor. Bir rampa inişine geldiğimizde bir bakıyoruz karşıda kocaman bir rampa daha. Yollar çok güzel. Claridos koyu harika ama inip yüzmemiz çok büyük vakit kaybı. Bir gün buraya gelmeyi kafama yazıyorum. Efes ve Selçuk yol ayrımına da giremiyoruz. Saat 16.00 ve biz gün batmadan denize girmek istiyoruz. Yolda bir satıcıdan 20 bin liraya üç şeftali alıyoruz ki tadı hala damağımda. Bir benzin istasyonunda su molası veriyoruz. Kuşadası'na ne kadar olduğunu soruyoruz. Nereden geldiğimizi soruyor. Manyak olduğumuzu söylüyor ve söylenerek uzaklaşıyor. Yolda bagaj lastiğim zincirlere takılıyor. Çıkarıyorum ama her tarafım yağ. Kuşadası'na vardığımızda saat 18.00. Hemen bir pansiyon bulup kendimizi denize atıyoruz. Deniz hiç umduğum gibi değil. Pansiyonda 30 dakika duş alıyorum. Hayatımın en güzel duşu. Akşam çarşıya iniyoruz ve nerede ise 3. günün sonunda doğru dürüst yemek yiyoruz. İskender ve yanında bira. Turist kızların ise güzelliğinden psikolojik bunalıma giriyoruz. Kabuğumuzun dışında neler oluyor böyle? İki gündür çay içmek istiyorduk. İki çay içip pansiyona dönüyoruz. Yatağımın pis koktuğunu fark ediyorum. Tiksintiden bütün gece aynı konumda yatmışım. Yine de rahat uyudum. Gün sonu denize girme, duş, şehir gezisi, güzel bir yemek bir bira ve deliksiz uyku ritüelimiz olacak gezi boyu. Hey bu yolculuk bir harika dostum !

24 Eylül 2024 Salı

Bisikletle Bodrum / 1

 


Yıl 995. İstanbul İktisatta ilk yılım. Bütün kış çok sıkıcı geçiyor. Aylak geçen günler bana bir şeyler yapmam gerektiğini fısıldıyor. İçimdeki seyyah ruhu çırpınıyor ama maddi olanaklar ancak her ay Atlas dergisi alıp okumaya imkan veriyor. Buna bir de cesaretsizlik eklenince yerimden kıpırdayamıyorum. Yine böyle günlerden birinde, bir Şubat akşamı odamda duvara yaslanmış duran bisikletime gözüm takılıyor. Hep aklımda olan ama düşünmeye bile cesaret edemediğim bir fikir tüm ruhumu aydınlatmaya başlıyor. Evet delice ama bu şartlar altından ihtiyacım olan da bu. O zamanlar böyle bir seyahat yapıldığında Atlas dergisine konu olabilir ya da ancak yabancılardan duyardınız. Bisikletle Ege'ye gitmekten bahsediyorum. Tek değil de bir yol arkadaşı ile gitsem birbirimize destek oluruz. Pek arkadaşım yok, bisiklete binmekten keyif alıp böyle bir yolculuğu göze alacak ise hiç yok. Defanstan bir forvet çıkarmam lazım. Aklıma liseden sıra arkadaşım Uğur geliyor. Bütün yaz bisiklet üstünden inmezdi. İlk söylediğimde imkansız buldu. Nasıl yapacağımızı anlattıkça kabul eder hale geldi. Aslında kabul edeceğini hiç ummuyordum. Zamanla benden daha çok ister hale geldi. Ailemi daha doğrusu annemi ikna etmem çok daha zor oluyor. Aylarca kabul ettiremiyorum. O da zamanla endişesini yenemese de onayı veriyor. 

Bütün yazı kurtaracak tek planım bu. Hatta 30 yıl ileriden baktığımda hayatımda aldığım en doğru kararlardan ilk aklıma gelenlerden. Antremanlar bahar boyu sürüyor. En çok korktuğum bisikletin arızalanması. Çünkü lastik tamiri dahil bilmiyorum. 

14 Temmuz saat 19.00'da bizi İzmir'e götürecek feribot Saraburnu'ndan kalkacak. İzmir'den Bodrum'a 500 kilometrelik bir rotamız var. Bir hafta civarında pedal basmayı hedefliyoruz. Apartmandan sokağa çıktığımda annemin camda ağlamasını unutamam. Beni de garip bir ruh hali aldı. Bu daha sonra sevdiklerimden ayrı bir yola çıkacağım zaman hep böyle oldu. Dolayısı ile hayatımda uzun bir seyahate çıkmak çok kolay olmadı benim için. Sokağa inince bisiklete çantaları yükleyip vedalaştım. Meraklı bakışlar arasında Sarayburnu'na doğru yola çıktım.

Sarayburnu'na vardığımda dostum Zafer ve kız arkadaşım bizi geçirmeye gelmişti. Feribot 3 saat rötar yapınca endişeleniyoruz. Çünkü amacımız ertesi gün erken İzmir'e varıp, 60 km ilerideki Seferihisar'da konaklamak. Feribotta 4 koltuk boş ve biz yayılıyoruz. Yanımızda biraz yolluk var ama idareli kullanmalıyız. Bütçemiz çok kısıtlı. Gece denizde açıldıkça şehir ışıkları kayboluyor. Karanlığın ortasındayız. Feribotun çıkardığı dalga seslerinden başka ses yok. Uzunca bir süre seyrediyoruz sesleri, geceyi. Yıldızlar evin penceresinden göründüğünden çok. Hava serinliyor ve içeri girip koltuklara uzanıyoruz. 

Sabah uyandığımda güneş doğuyordu. Uğur'u uyandırmadan arka güverteye çıkıyorum. Çanakkale Boğazı'ndan geçiyorduk. Kimseler yok. Bir sandalye çekip bu huzurlu ortamı ileride hatırlayabilmek için olabildiğince hissediyorum. İlerleyen saatlerde hava iyice sıcaklaşıyor. Baş tarafta yatıp Yunan adalarını seyrediyorum. Ve zaman ilerledikçe başımıza geleceği anlıyoruz. Çok geç varacaktık. Yolluklarımız bitmişti ve biz feribotta bu kadar paraya bir şey yemek istemiyoruz. İzmir'e saat 19.00'da varıyoruz. Şimdi olduğu gibi cep telefonları, navigasyonlar olmadığı için yolumuzu bulmak kolay olmayacak. Nasıl bir çözüm bulacaktık, bilmiyorduk. Bu akşam Seferihisar'da olmalıydık. Bisikletlerimiz arabaların olduğu bölümde. Yanlarına gidip çıkmaya çalışırken, "nereye gidiyorsunuz", "inanmıyorum", "dalga geçiyorsunuz" laflarını onlarca kez duyuyoruz. Bu bizi şevklendiriyor. İstanbul'da da yapamayıp erkenden geri döneceğimizi düşünen çok arkadaşımız vardı. 

28 Ağustos 2024 Çarşamba

Poyraz Efendi ve Huysuz Babasının Devrialemi / Berlin - 1

 


Ogullar ve babaları ya da torunlar ve dedelerinin yola çıktığı filmleri cok severim. Babamla da birkaç yolculuğa çıktik. Benim aklım geç geldi, onunki erken gitti yoksa çok yolculuğa daha çıkardık. İhtiyar filmlerdeki aksi baba rolünü hep çok güzel oynadı:) Gittiğimiz yerin en güzel restoranlarına götürürdüm. Hatta önce kendim test eder giderdik. Mutlaka her yere bir kulp bulurdu. Etin kemiği, garsonun tavrı, yerin temizliği derken vukuatsız seyahatimiz olmazdı. İşi kavga boyutuna vardırdığından garsona, işletmeciye kaş göz eder, idare et derdim. Ha ikimiz birden dalmadık mı? O da oldu ne de olsa baba-oğul yolculukları bunlar:)

Bu yolculuk Poyraz ile yapacağımız en uzun yolculuk olacak. 10 gün boyunca Berlin, Hamburg, Amsterdam, Brugge, Brüksel şehirlerini dolaşacağız. Şehirler arası ulaşımımızı trenlerle yapacağız. Öncesinde şehirler hakkında bir ön araştırma yapmadım. Artık böyle bir planlama hoşuma gitmiyor. Poyraz'a bakmasını söyledim de o da kulak arkası etti biliyorum. Yine de arada baksın diye hatırlatıyorum da bakmayacak.

Sadece nereye ve nereden uçak bileti ucuz diye baktım. Berlin'e gidiş ve Brüksel dönüş uygun diye, İst-Berlin, Brüksel-Istanbul aldım. Booking.com dan Berlin otelimizi ayırdım. Şehir merkezine uzak ama tramvay ve otobüslerle halledebileceğimizi ve daha ucuza geleceğini düşündüm. Berlin-Hamburg biletini de Deutche Bahn'dan (Alman tren şirketi) aldım. Tren konusu gelmişken değineyim. Koltuk numaralı ya da numarasız alabiliyorsunuz. Koltuk numaralı daha pahalı. Eğer numarasız alırsanız boş koltuk varsa oturabiliyorsunuz. Yoksa ayakta kalıyorsunuz. Biz sadece bir kere ayakta kaldık, onda da yere oturduk, 1 saatlik bir yolculuktu. Ayrıca gün içerisinde birden fazla hatta onlarca tren var.

Berlin kartı diye bir uygulama var. Günlük, iki günlük vb. gibi alabiliyorsunuz. Bu kartla tüm toplu taşımalara binebiliyorsunuz. Müzelerin bazılarına ücretsiz bazılarına indirimli giriyorsunuz. Bazı restoranlarda, mağazalarda indirim alabiliyorsunuz. Bu arada hiç bir toplu taşımada bilet sormadılar. Nerede ise zorla kartımızı gösterdik, hiç ilgilenmediler.

Diğer şehirlerdeki otelleri, tren biletlerini almadım. Çünku böyle yolculuklarda her yerden kendimi bağlamayı sevmiyorum.

Sonra...Sonrası rüyalar rüyalar...



11 Ağustos 2024 Pazar

 ENDÜLÜS DİYARI / GRANADA - 8 & 9. GÜN


       Guadalquivir nehrinin debisi azaldıkça benim de diyardaki günlerim tükeniyor. Son kale Granada'ya vardım ve yerleştim. Şehir ne kadar da sessiz ve ruhsuz geldi. Umarım tüm şehir böyle değildir. Merkeze doğru yürümeye başlayıp Granada Katedrali'ne ulaşınca doku değişti. Kalabalıklar arttı. Sanki şehrin tüm sakinlerini ve misafirlerini kutsamak istercesine kalbine konmuş bir yapı. Dört tarafındaki sokaklar dolup taşıyor. Yemeklerin renkleri, kokuları dayanılmaz. Katedralin bir tarafından nehre doğru bir tarafından Elhamra Sarayı'na doğru gidiliyor. Elhamra'yı yarına bırakmak istediğimden nehre doğru yürüyorum, hava çok sıcak mayıs başı olmasına rağmen. Nehir prangalanmış daha çok bir su kanalı gibi ama tertemiz.

Nisan ve Mayıs bu bölge için belki de tüm kuzey yarımküre için festival zamanı. Granada'da Las Cruces de Mayo festivaline denk geldim. Las Cruces de Mayo, haçların, çiçekler, küçük büyük sevimli objelerle süslendiği, şehir meydanlarında belirgin bir şekilde sergilendiği, kadınların geleneksel giysiler giyip dans ettiği, müzik ve içkinin eşlik ettiği bir festival. Kökleri dini temellere dayanıyor. Mayısın ilk haftasında gelirseniz şehrin çeşitli küçük meydanlarında, köşelerinde siz de bu hayata katılabilirsiniz.


Şehir aldı kattı beni önüne. Tepedeki kaleye çıkar gibi kıvrıla kıvrıla ilerledim.  Güzel evler, insanlar, kokular sesler beni efsanevi Elhamra'nın karşısına getirdi. Bir akşam üstü dalıp gittim. Nasıl alçakgönüllü , bir o kadar haşmetli. Bir gemi gibi demirlemiş Granada göğüne. Arkada Sierra Nevada dağları. Geçmiş saklandığı yerden uyanacakmış gibi. Elhamra'yı kurcalamayı bırakıp farklı bir yoldan aşağıya doğru yuvarlandım. Bir de maratona denk gelmişim. Binlerce insan koşuyor. Karşılarından durup bir kaya gibi, sağımdan solumdan uçuşmalarını izledim. Ben bu akşam ne yedim. İnan unuttum sevgili okur. Elbet güzel bir şey yemişimdir. Zihnim kendine saklamak istemiş. Zorlamayayım.


Ertesi sabah, Elhamra günü. Bileti önceden almıştım. Otelin yanındaki sokakta mahalle sakinleri ile kahvaltıya oturdum. Kızarmış ekmek üstü rendelenmiş domates ve sarımsak , üzerine muhteşem rayihalı zeytinyağı. Basit, doyurucu, zihni meşgul etmeden. Bir şort bir tişört sokağa çıkar gibi. Karşı masada oturan amca babamı hatırlattı. Özenli giyimi, saçlar hafif ıslatılıp taranmış. Gömlek üstüne tertemiz bir hırka. Göğüs hizasına kadar fermuarı çekilmiş. Üşütmek zordur bu yaşta. Dikkati elden bırakmamak gerek. Muhtemelen eşini kaybetmiş. Hatta 3-4 sene geçmiş üstünden. Evde kahvaltı etmektense burada yalnızlığını sunuyor dükkana, insanlara. Kızarmış ekmeğin üzerine domates rendesini aheste sürüyor. Bekleyecek, bekletecek kimse yok. Her şeyin hakkını vererek. Baba, huzur içinde ol...


Generalife denen Elhamra Sarayı bahçeleri uçsuz bucaksız. Eğer  bahçe ve sarayı hissederek ve hayal ederek gezmek istiyorsanız 1 gün yetmez. Eğer bakıp geçerim görmesem de olur diyorsanız yarım gününüzü ayırın. Huzurun şatafattan değil basitlikten geçtiğinin farkındalığına vardığını bir mekan olabilir Endülüs yapıları. Bu basitlikte sana aktaracağım bir iki fotodur sana. Gerisi senin hayal gücün.





Akşam üstü otobüse biniyor ve Malaga'ya yola çıkıyorum. Yarın sabah uçak var. Bu diyarda bir daire çizmeye çalıştım. Belki biraz dörtgene belki de ters piramide benzedi. Piramit lafını öylesine söyledim, havalı geldi. 1,5 saat sonra başladığım yere döndüm. Eşyaları otele bırakıp 10 gün önce bir gece oturduğum restorana gittim. Bu sefer yemediklerimden söyledim. 

Salyangoz ve kömür ateşinde ahtapot.


Sonra...Sonra gidip uyuyorum. Başka bir hayale uyanmak için...

14 Temmuz 2024 Pazar

 ENDÜLÜS DİYARI - CORDOBA - 6. ve 7. GÜN

      Bilen bilir. Lakabım El Cordobes'dir. El Cordobes kimdir? Neden bu lakabı almışımdır? 2003 yılında kurumsal hayatımın başlarında, daha genç, hayata tutunmaya çalışan, risk almadan her gün nerede ise aynı şeyleri yapardım. Bir gün  çalıştığım şirketin lojistik direktörü Nurettin Bey geldi. Masama oturup:
- Ne yapıyorsun sen?
- Çalışıyorum.
- Kaç yaşındasın?
- 28
-28 yaşındasın ve her ay masrafları kontrol edip, muhasebeleştiriyorsun. Bir sonraki ay geliyor, sen masrafları kontrol ediyorsun, muhasebeleştiriyorsun ve bunu her ay yapıyorsun. Öyle mi?
      Evet dediğimde bana o güne kadar duymadığım El Cordobes'in efsanevi sözünü söyleyip gitti.
"Angelita, sana bu akşam ya bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksın."

*     *    *    *    *   *    *    *    *    *    *    *    *    *    *   *    *    *    *    *    *    

     İşte Kurtubalı'nın memleketine gelmiştim. Kendime örnek aldığım matadorun barda oğlu ile fotoğrafını görmek beni gururlandırdı. Arenalarda ismi haykırılan El Cordobes; artık herkes seni alkışlıyor ve kimse yas tutmuyor.



      Cordoba tren garından otele kolayca yürüdüm. Otele eşyalarımı bıraktım. Yakındaki bir kafeye oturup, bir kahve ve pan con tomate söyledim. Adı gibi havalı olmasa da tadı mükemmel olan domatesli ekmek aslında. Kızarmış ekmek üzeri zeytinyağı, rendelenmiş domates, sarımsak ve tuz. İstanbul'a dönünce de uzun süre bu basit ama lezzetli kahvaltıyı sürdürdüm. 

      Şehrin sokaklarında, hissettirmeden hafif eğimle nehrin olduğunu umduğum yöne doğru kıvrılarak ilerledim. Kurtuba camii'yi merak ediyordum ama önce nehrin akıp akmadığını kontrol etmeliydim. Ünlü Roma köprüsünü gördüğümde adımlarımı hızlandırdım. Kalbim bir ritimde yerini arayan davul gibi ses vermeye başladı. Umut hala vardı. Nehrin debisi çok olmasa da hala akıyordu.


      Şehrin turist dolu ana merkezine doğru ilerlemeye devam edip yıllarca başka bir hayalimi süsleyen Kurtuba Camii'ye geldim. Bu devasa yapıyı anlatmaya çalışmayacağım. Çünkü bu ancak deneyimlenecek ve öncesinde bu kültürü okuyup hissedilebilecek bir mekan. Avluya giriş ücretsiz ama iç mekan ücretli. Ben ertesi gün sabah ücretsiz olduğu saatte gireceğim için, içi avluda sessiz bir kısımda oturup geçmişin seslerine kulak kabartmaya çalıştım.

     Kalabalıklardan uzaklaşarak arka sokaklardan birinde galiçya usulü ahtapotu tatma fırsatı buldum. Cordoba, Nisan ve Mayıs aylarında sanat etkinlikleri ve festivalleri ile çok renkli bir görünüme bürünüyormuş, anladım. Akşam bir klasik müzik konseri var. Otele gidip dinlenip biraz enerji toplamalıyım.


      Çok isterdim sana konserden bir kesit göstermeyi sevgili okur. Fakat teknoloji kurbanı olarak telefonumdaki tüm video ve fotoğraflar silindi. Sana ancak kurtarabildiklerimi ve aklımda kalanları anlatabilirim. Şunu söyleyebilirim ki bulutlu bir gün batımında çok keyifli bir dinleti oldu. İlk kez mızıkalı bir klasik müzik icrası dinledim.

      Akşam 10-15 yiyecek mekanının olduğu bir pazara gittim. Paella yapan bir hanımefendi ile şansımı denemek istedim. Yine olmadı. Bu gezide bir daha paella denememeye söz verdim.


       7.günün sabahı (şimdiki adı Cordoba Katedrali) Kurtuba Camii'ne gittim. Yine basit bir mimari. 850 adet sütun mekanın büyüklüğünü algılayamamaya yol açıyor. Katedrale çevrilirken bir miktar da sütunun kesildiği biliniyor. Bir saate yakın yarı hayal yarı uyanık gözlerim ortalarda dolandı. 



Zamanın kısıtlı arzı talebi karşılayamadı. Gerçek dünyaya açılan kapıdan geçip bir kahve aldım. Kahve ağaçlarının arasında dolanan şempanze, leopar ve vaşaklar arasında gün kendini öğleden sonraya kavuşturdu. Çeşmelerden birinde yüzümü yıkadım. Ayna olsa kendim olmadığımı görürdüm. Yürümeye devam edip bir Endülüs mutfağı deneyimi yaşamak üzere başka bir kapıdan girdim.

      Evlerin bazılarında çok güzel avlular çiçekler, ağaçlar ve dekoratif malzemelerle süslenmiş. Üstelik Nisan sonu Mayıs başı bir de festivali var. Bu evlerden bazılarını ücretsiz olarak gezebiliyorsunuz.

       Sonra...Sonra kimsenin uğramadığı bir sokakta yıkık bir binanın basamaklarına oturdum. El Cordobes geldi , o da oturdu. Nurettin Bey'in ise nerede olduğunu ikimiz de bilmiyoruz. Boğaları öldürmekten hoşlanmadığını anlattı. Zaman öyle idi dedi. Keşke her şey şu avlular kadar güzel olsa idi ama değildi diye basamaklarda gözü doldu. Kalabalıklardan uzak bu köşede oğlunu çok sevdiğini söyledi. Kapının birinin ardından bir şempanze çıkıp El Cordobes'in traje de luces'ini çalıp kaçtı. Ben yerimden kıpırdayamadım. El Cordobes aldırmadı. 

      Cordoba'da birileri mızıka ile klasik bir parça çalıyor. Nehir yıllardır aktığı gibi Roma köprüsünün altından akıp geçiyor...



İpuçları:

* Cordoba Cami'ne 08.30 - 09.30 arası giriş ücretsiz.
* Alcazar Sarayı perşembe günleri 18.00'den sonra ücretsiz.
* Nisan sonu Mayıs başı Cordoba için en güzel günler.
*Aşık olmak güzel şey şu ayrılık olmasa !


9 Temmuz 2024 Salı

 

MARMARA ADASI



       Bir sırrı koruyormuşçasına esiyor rüzgar. Bu karaya ayak basanların dertleri peşlerini bıraksın diye bir kuzeyden bir güneyden. Boğulmamak için yaklaşmaya korkup geri dönüyorlar. Kendine buyruk, ne Ege'den daha tuzlu ne Karadeniz'den daha tatlı. Ne Karadeniz gibi dev dalgalar ne Ege'nin mavisi. Bilinmez, sorulmaz bir adası vardır bu antik denizin. Sen aramazsan bulunmaz. Sen bulursan ararsın. O yüzden senin dertlerini yaklaştırmaz rüzgarları. Karşılıklı verilmiş bir söz gibi. Bu kutsal adada hala sözler verilir ve verilen sözleri tutmak, dalgaların karaya vurması kadar doğal ve keyifle yapılır. Çünkü verilen sözü tutmak hala bu dünyanın eksenini kaydırmamaya gayret eden insanlar için önemlidir. O insanlar da rüzgarların ve yunusların nöbet tuttuğu bu adada biraz nefes alırlar, gayret etmeye devam etmek için.



       Antik çağlardan beri mermer ocakları verimli üzüm bağları, şarapları ve balıkları gelir kaynağı olmuş desem çok bir şey ifade etmez bilirim. Bence de etmemeli. Ama sana şöyle de bir bilgi vereyim  sevgili okur; sabahtan denize girip, öğle güneşi bedeni zorlamaya başladığında kalkıp Birol'un yerine gelirsen, hafif mavi damarlı bembeyaz mermer uzun masaya oturup, bir soğuk bira ve midye tava yersen muhtemelen öğleden sonrayı güzel bir uyku ile geçirirsin.

       Ada gayet büyüktür. Araba ile dolaşmaya kalksan güzel köyler, dağlar, koylar ve insanlar görürsün. Ben ise dertlerimden derin bir nefes alıp basit, yalınayak bir zaman yaşamak isterim. O yüzden Şato Motel'de kalır, koca Marmara Denizi'ne tepeden bakarak basit kahvaltımı yapar, Kole plajı yanında orta Türk kahvemi içer, denize girer, Birol'da midye tavamı yer, uykulara dalar, güzel insanlarla muhabbet eder, aynı şort ve tişörtü bir hafta giyerim. 

Sonra...Sonra da gece puromu yakar ve yıldızlara bakarak yeni hikayeler yazarım...


       

28 Haziran 2024 Cuma

 ENDÜLÜS DİYARI - SEVİLLA - 4. ve 5. GÜN

    O gün Guadalquivir nehrinin akıntısını durduran bir şey oldu. Sevilla şehri tren istasyonuna vardığımda insanların panik hallerinden hissediyordum. Yüzyıllardır bu şehrin can damarı olan nehrin durması elbette hayatı etkileyecekti. İnsanlar henüz durduğunu görmemiş ama bunu içlerinde hissetmişti. Belki de nehirde kano yapanların artık daha hızlı  ya da baktıkları yöne göre daha yavaş gittiklerinden hissetmiş ama anlam verememiş olabilirlerdi. Ya da kaldı ise bu nehirde balık tutan bilge balıkçılar, balıkların kaybolduğundan, ürküp kovuklarına çekildiklerinden anlamış olabilirlerdi. Peki ya Cordoba ?...Eğer nehir burada durdu ise orada da durmuş olmalı idi. Bunu da orada Antik Roma Köprüsünden geçerken, gitarını hüzünlü melodilere yol vermiş olan müzisyenden mi anlarlardı, yoksa Kurtuba Camisi'nin bundan 700 yıl önce minaresine çıkıp, olayları önceden kestiren müezzinin sesinden mi anlarlardı, o da başka bir hikayenin anlatısı...


    Otel şehir merkezinden oldukça uzaktı. Vakit kaybetmemek adına taksi ile gitmeye karar verdim. Şehir büyük bir alana rahatça yayılmış. Sanki iri yarı bir insanın koca bir kanepeye, kolları bir yana ayakları bir yana, kafası bir yana oturduğu gibi. Taksicinin tabiri ile nüfus bir milyonu geçmezmiş. Vikipedia'ya göre iki milyona yaklaşmış. Otele yerleştikten sonra otelin servis aracı ve metro ile şehir merkezine kısa bir gezi yaptım. Hava kapalı, şehir beni pek sarmadı. Bir tuhaflık kokusu. Yarın Sevilla Katedrali ve Alcazar Sarayı'nı gezeceğim. Bugün yanlarından ve sokaklarından hafifçe yürüyüp şehri kokladım. Çok geç kalmadan, sıradan bir yemekle geçiştirip otele geçtim.



     Otel odasına girer girmez nefesim kesildi. Nefes almakta zorlanıyordum. Sanki bir zindanda ve hareket edemiyordum. Daha fazla dayanamayıp otelin bahçesine inip derin derin nefes almaya ve bahçenin sağından soluna, aşağısından yukarısına yürümeye çalıştım. En sevdiğim müzikleri açıp kulaklıklarımı taktım. Kulaklarımın bile nefes alamadığını hissedip çıkardım. Havadaki yağmur öncesi kokusunu duyumsamaya çalışırken ciğerlerim ona da isyan etti. Yaşadığım şehre dönmek, sevgilime, sevdiklerime doğru akma isteği ama bu akıntının hayatça durdurulduğu duygusu, demir parmakların arkasında kabullenme zorluğunu dayattı. O sırada içimdeki tüm balıklar kaya kovuklarına kaçtı, balıkçılar oltalarını toplayıp evlerine gitti. Kanocular nehre inmekten vazgeçti. Ülkemin tüm neşeli insanları suratlarını öne eğip banklara oturdu ve karıncaların yuvalarına yiyecek götürüşlerini seyretmeye başladı; eğer şanslı iseler.



     Sabah yağmurlu ve kapalı bir havaya uyandım. Amacım bugün şehir pazarlarından bir ya da bir kaçını gezmekti. Fakat şehre indiğimde pazarların ve hatta dükkanların kapalı olduğunu gördüm. Önce anlam veremesem de sonra günlerden 1 Mayıs olduğunu hatırladım. Nehir durunca işler de durmuştu. Yapacak bir şey yoktu. En azından işçiler bayram yapabilirdi. Keşke bir çay demleyebilseydim, derdimi hafifletirdi.


     Sevilla Katedrali dünyanın en büyük üçüncü kilisesi. Kulesine çıkmak içerisindeki işlemeleri, tabloları, turistleri, inananları izlemek uzun zamanınızı alabilir. Alcazar Sarayı bahçeleri ile birlikte devasa bir saray. Tüm Endülüs müslümanlarının sarayları gibi basit, huzurlu, bahçe ve su havuzlarından oluşan çok bölmeli bir yapı. İkisine de önceden internetten bilet alınabilir. 

    Sevilla'nın dar sokaklarına daldığımda içimdeki kasveti bir nebze hafifletebileceğini umduğum bir restoranın küçücük masasına oturup, bir kaç tabak tapas ve sangria söyledim.




       Sonra...Sonra o sımsıkı tuttuğum parmaklarının yazdığı, öpmeye doyamadığım ağzından çıkan ayrılık mesajlarını görüp, sözlerini duyunca anladım Guadalquivir'in neden akmadığını. Neden balıkların kaya kovuklarına çekilip, balıkçıların gittiğini, pazarların kapandığını, insanların üzgün suratlarını. İçimdeki nehrin kaynağı kesilmiş, içimdeki ve dışımdaki dünya durmuş.

     Sonra...Sonra o küçük karıncalardan başladı yine hayat. O derin, yeryüzünün, başkalarının ve hatta senin bilmediğin dünyalarında kıvrımlı, dolambaçlı yuvalarında, her şeyden, herkesten sakladıkları küçücük ama kocaman bir hayat sırrı ile. Ona dokunarak, ondan güç alarak. Güçlü, kadim ve ufacık bir adımla...

   Nehrin geçtiği diğer şehre doğru ilerlemekten başka bir yol yoktu. Su hala varsa umut da vardı. Nehir her şeye , ağaç kütüklerine, kayalara rağmen akabilirdi. Sonuçta Cordoba efsanevi bir şehirdi.





 



9 Haziran 2024 Pazar

 ENDÜLÜS DİYARI - RONDA - 3.GÜN


Malaga'daki hücre otel odamdan sabahın erken saatlerinde kalkıp, bir pazartesi sabahı, yıllarca hapiste kalmış ya da teskeresini alıp nizamiyeden adımını dışarı atan asker gibi, vücudu diri tutan ama üşütmeyen bir havada tren istasyonuna doğru yürümeye başladım. Bugün Endülüs Diyarının çok da bilinmeyen bir kentine doğru yolculuk var. Tecrübe etmediğimden nasıl da olacağını çok öngöremediğim bir tren seyahati ile varmayı umuyorum. Ana tren istasyonunda vardığımda hiç ummadığım kadar kolay bileti aldım ve beklemediğim kadar dakik ve konforlu bir trende buldum kendimi.

Sadece bir aktarma ile yaklaşık 2-2.5 saat on binlerce irili ufaklı, genç yaşlı zeytin ağaçları arasından saatte 150 km'ye varan süratle ilerledik. Koltuklar rahat, insanlar kendi halinde, sessiz. Ronda'ya varır varmaz Sevilla biletini alıp bu konuya kafa yormamaya karar verdim. Zihnim zaten birbirine dolanmış yılanlarla dolu. Hepsi birbirini ısırır. Zihnimdeki bu karmaşadan kurtulmak umarım bir gün nasip olur. Çünkü nereye gidersen git dünyan zihnin kadar.

Hava bayağı soğuk. Önce nedenini anlayamadım. Oysa burası 700 mt yükseklikteymiş. Otele vardığımda Malaga'daki küçüçük ve zor nefes alan odadan, aydınlık, ferah, geniş, sokakla barışık bir odaya kurulmanın keyfi geldi. Çok da rehavete kapılmadan ayaklarıma yol verdim.

Gittiğim çoğu şehirde boğa güreşi arenası vardı. Hepsi müzeleştirilmiş anladığım. Ronda'da içine girmedim ama hediyelik eşya satan mağazası hoşuma gitti. Ana aks üzerinde yürürken tabii ki açlık kendini hatırlatmaya başladı. Google haritalarda biraz vakit geçirdikten sonra El Lechuguita diye bir yer buldum. Gittiğim de ne göreyim küçücük bir dükkan ve bir sıra. Beklemeyi kafaya koydum. Ve bir sırayı iyi ki de beklemişim diyeceğim, unutulmaz bir ziyafet. İki kadeh şarap ve 18 çeşit tapası yerken hiç zorlanmadım ama inanılmaz bir keyif aldım. Fiyatlar normal dükkanların 1/3 ü ama lezzetleri 2 katı. Gayet tatmin olmuş şekilde Ronda'nın alemet-i farikası köprüsüne doğru devam ettim... 





İki devasa kaya bloğunu birbirine bağlayan zarif ama güçlü bir köprü. Neresinden bakarsan bak seyretmeye doyamıyorsun. Köprünün merkeze yakın tarafından vadiye doğru inip dereye ayaklarımı sokup Roma ve Kartaca ordularının seslerini dinledim. Sonra diğer ayağının olduğu yere doğru sokaklardan tırmanıp, vadiyi sokak müzisyenin yumuşacık melodileri eşliğinde dakikalarca seyrettim.



Sonrası dondurma, kahve, çıkan soğuk rüzgar ve akşamları boş sokaklar. Ronda, zihnimde dolanan binlerce bir yere ulaşamayan düşüncenin içinden birini seçip, hayatla bağlamış, kendi köşesinde bir saat ritmi, sokak sanatçısının hafif, huzurlu, kendinden emin melodisi gibi, daha fazla sorgulamadan akıp giden bir şehir.

Bir Ronda kurmak hasretimle...



2 Haziran 2024 Pazar

 

Endülüs Diyarı / Malaga - 2.Gün


Sabah gözümü açtığımda, odanın küçük, sokağa yakın penceresinden gün ışığı girmeye başlamıştı. Gece 01.30 civarını bulan yatağa girişim, 27500 adımlık bir yürüyüşten sonra kolay bir uyku getirmişti. Yeni bir gün yeni keşiflerin heyecanını, uzun aylar boyunca sevgiliye her sabah "günaydın" demiş iken şimdi diyememenin ve duyamamanın acısı ara ara kesiyordu. 10 gün boyunca birbirimizden haber alamayacaktık.

Seyahatlerim öncesinde, uzun uzun okumalar, araştırmalar yapmak çok hoşuma gitmez. Kendiliğine bırakır, ayaklarımın, burnumun, gözlerimin beni sokaktan sokağa götürmesine izin veririm. Bu sefer Endülüs'teki müthiş yapıları görmek biraz da tasarruf etmek için önceden araştırma yaptım. O yüzden çok oyalanmadan, sadece pazar sabahı 08.30 - 09.30'da ücretsiz olan Malaga Katedraline gitmeliyim.

Otelden çıkıp, buradan eskiden bir nehir aktığını hatırlatan köprülerden birinden geçip, sessiz sedasız caddeyi yürüdüm. Bir bahar sabahı hafifliğinde katedrale vardım. Heybetli kapının önünü, orta yaşını hafif geçmiş, sırtında kambur ile birlikte gelen sakinliği ile süpüren kadına, girip giremeyeceğimi sorduğumda buyur etti. Bence o kadına rastlayan herkes olumlu bir yanıt alırdı. Kapının önünde bekleyen insanlar da benim ardımdan girdiler. Kadın süpürmeye devam etti. 


Bir süre sonra cemaat toplanmaya ve pazar ayinin ilk duaları duyulmaya başladı. Ortodoks ayinleri Katolik ayinlerinden bana daha yakın gelir. Belki de eski bir Ortodoks kenti olan İstanbul'dan dolayı aşinalığım vardır. Yarım saat sonra içimi bir karamsarlık kaplamaya başladığından kendimi sokağa attım. 

Sokaklar hala sessiz, uyanan halk kiliselerde günün ve ömürlerinin geri kalanı için duada. Belediyenin araçları sokakları yıkıyor. Size hep güzel şeyler söyleyecek değilim sevgili okur. Yıkıyorlar çünü buranın sokakları sabah tuvalet kokuyor. Şu genel izlenimimi de buraya bırakayım; sokakları sabah tuvalet kokan şehirlerde geceleri çok içiliyor ve geç yatılıyordur. 

Seyahat ederken ana motivasyonumlarımın başında lezzetler gelir. Ama bu motivasyon bazen beni kilitler ve yeni ve güzel lezzetler bulacağım diye bazı şeyleri görmeyebilir ve atlayabilirim. Bugun kendime "dur" dedim. Uyanalı bayağı olmasına ve henüz kahvaltı etmememe rağmen sokakları dingin şekilde dolaşmaya devam ettim. 

Saray ve kalenin olduğu Alcazaba katedrale çok yakın. Bu şehrin iki önemli yapısı aynı aks üzerinde. Araştırmalarım sonucu Alcazaba'ya da pazar günü 14.00'den sonra ücretsiz girebileceğimi öğrendiğimden, önündeki Roma tiyatrosunda turistlerden önce gezen sincabı bir müddet, çam baştankarası, serçe, kumru, keşiş papağanları sesleri eşliğinde izledim. Sanırım Romalılardan yeterince ceviz toplayan sincap bir müddet sonra evine gitti. Ben de şehrin göbeğinden çıkıp gerçek Malaga'yı görmek için adımlarımı kuşların cıvıltısına uydurdum. Küçücük ama önünden biri geçse, taze çekilmiş çekirdekten yapılma sabah kahvesinin kokusuna takılmaktan kendisini alamayacağı dükkanın önünden ben de geçip gidemedim. Önündeki banka oturup parkı seyretmeye koyuldum. Çok da şey etmeden, öylesine...



Artık iyice yerel halkın oturduğu, alışveriş yaptığı, hatta pazar ayininden sonra topluca kahvaltı edip sohbet ettiği sokaklardaydım. Birden çocukluğumdaki pazar kahvaltılarımız aklıma geldi. Babam, annem, anneannem, kız kardeşim ve ben. Babamın tam pişmemiş yumurtanın kafasını çay kaşığı ile kırıp hüpleterek yumurtayı yemesi o zamanlar sinirlerimi harap etse de artık böyle bir şeyin olamayacağı ne de babamın bana bağırmasının üzüntüsünü üzerimden almaya çalışan anneannemin bana sarılamayacağı yıllara gelmiştik. 



O yüzden en sevimli en cana yakın en samimi duran yere girdim. Kendime torunları ile beraber oturan büyük bir ailenin yanındaki masayı seçtim. Meşhur İber domuzunu özenle kesen yerin de sahibi olan adamı de görecek şekilde konuşlandıktan sonra efkarlanıp güzel bir sandviç ve kahve söyledim. Ölenlere rahmet kalanlara afiyet...





Bugun pazar. Ama bütün pazarlar kapalı. En sevdiğim aktivitelerden biridir pazarları dolaşmak ama Malaga'da kısmet olmadı. Artık bir sonraki şehire kaldı. Saat 14.00'e yaklaşıyor. Alcazaba'ya gidip tepeye doğru çıkmanın zamanı. Güneş tepede. Bahçelerin, surların, küçük büyük süs havuzlarının ve akan suların arasında Malaga'yı yukarıdan görmeyi başarıyorum.




Malaga plajları da biliniyor. Buraya kadar gelmişken Akdeniz'in tuzunun vücuduma nüfus etmesi için ünlü Malagueta plajına yürümeyi düşünüyorum. Önce bir tapas bara kurulup bir kaç sey denesem fena mı olur? 





Carpacio ahtapot, guacomele ve acılı soslu karides







Plaja indiğimde biraz dinlenmek için kumlara uzandım. Denize giren yoktu. Dedektörü ile bir adam tam teçhizatlı olarak meditasyon yapar gibi ızgara biçiminde sonra diyagonal ve her santimetreyi atlamadan kumları tarayıp, bulduğunu eleğinden eleyip, torbasına atıyordu. Öyle dalmışım ki, yorgun ayaklarıma elleri ile bastırıp "massageee" diyen yaşlı uzakdoğulu teyzeden önce korktum. "Massageee, 10 euro" yu  neden reddettiğimi şimdi hala anlayamıyorum. Kadın ısrarla aynı dilde buluşamasak da ayakların da sorun var, gel direnme çok iyi gelecek diyip diyip durdu. Güzel de olurdu, hele havanın iyice bozduğunu , kumları tarayan amcaya takıldığımdan fark etmediğimden güzel bir son kazandırırdım. Olmadı. Toparlandım ve geleceği belli olan yağmurda ıslanmamak için hızlı bir yürüyüşe geçtim.


Hızla değişen hava bir köşede vaktinin gelmesini bekleyen kasvetimi ortaya çıkardı. Saatler 19 civarına gelmişken, biraz ıslanarak hızlıca bir restorana oturdum. Mürekkep balığı soslu paella tam bir hayal kırıklığı idi. Yağmur sonrası sokaklarda son adımlarımı atıp bulunduğum ruh halini kabul ederek, Malaga'daki son gecemde uykuya daldım...




İpuçları:

·       *  Malaga Katedrali / Pazar 0830-0930 ücretsiz

·       * Alcazaba / Pazar günleri saat 14.00’den sonra ücretsiz

·       * Malagueta Plajı’nda yaşlı teyzeye rastlarsanız verin 10 euroyu









26 Mayıs 2024 Pazar

 Endülüs Diyarı / Malaga - 1. Gün


700’lü yıllarda yükselen İslam’ın halife devleti Emeviler, Kuzey Afrika’yı fethedip gözünü Avrupa topraklarına çevirmiştir. Doğuda Konstantinopolis’a akınlar düzenlenirken, batıda Afrika’nın uzanıp uzanıp dokunamadığı şimdiki İspanya’nın en güney ucuna gemilerini göndermek üzeredirler.

Akdeniz ve Atlas’ın güçlü  rüzgarlarından fırsat bulunan günlerden birinde, tuzlu dalgalar ile birlikte gemiler İberya’ya ulaşır. Kıyılar daha önce de Kartaca’lılardan bildiği coğrafyanın insanlarını kendini istila etmiş gibi görmez. İberya halkının şehirleri 700 yıl süren mücadele ile dolu yıllarda, farklı bakış açıları ile yoğurulur. 




İkona, fresk dolu, tütsü kokan kiliseler yerlerini, basit, motiflerle bezeli, akan su sesleri ve büyük bahçelerle iç içe cami ve saraylara bırakır.

Zaman uzun sürse de  coğrafyaya egemen olan bu medeniyetin de sonu bir gün gelir. Reconquista amacına ulaşır ve İspanyol halk topraklarını yeniden ele geçirmesini anıtsal katedraller yaparak, sarayları ve bahçeleri yeniden yorumlayarak, yeni topraklara yelken açarak kutlarlar.

700 senede, halkların birlikteliklerinin bu muhteşem coğrafyaya etkilerini görmek, yakarış dolu tınılarını duymak, damak ve dilimde tatmadığım yiyeceklerin diyeceklerini dinlemek için Endülüs diyarına seyahat etmek süslü hayallerimden biri idi. Böylesi bir deneyim ancak uzun uykulardan uyanılan renkli bir ilkbahara yakışırdı.

İnsanın başına gelmesinden endişe duyacağı bir olayda, güveneceği birinin , bir şeyin olduğunu bilmesi onu güçlü kılar şüphesiz. Mesela bir şehirdesin bilmediğin, daha önce hiç gelmemişsin. Hava kararmaya başlamış. Şehrin, bütçenin yettiği bütün otelleri dolmuş. Üstelik yorgunsun, çabaların sonuçsuz. Bir sokak köşesindesin. Bavulun ve bütün gün ayakkabının içerisinde, kokmadan durmayı başarmış ama yorulmuş ayaklarınla. Ve diyorsun ki en kötü daha çok para verir daha çok yıldızlı bir otelde bu geceyi geçiririm. Evet bunu yapabilecek paranın olduğunu bilmek sana güç verir. Ama asıl güç kendine ve hayata güvenmektir. Eğer otel bulamazsam şu koca katedralin bir basamağını yatak, ayakkabılarımı yastık yapar, sabaha çıkarım deme cesaretidir.

Cumartesi geceleri Malaga çok kalabalık olurmuş, öğrendim. Üstelik İspanya’da konaklayacaksanız, önceden rezerve ettiğiniz oda ve yatak biçiminin değiştirilmesi diğer ülkelerden daha yüksek olasılıkmış, gördüm.




Buraya Sofya’dan, sevgilimi ardımda bırakarak geldim. Hüznün ağırlığı ve uzun yolculuğun yorgunluğu üzerimde. Bir katedralin basamağını yatak yapabilecek kadar da cesur değilim henüz. O yüzden rezerve ettiğimden farklı olduğu için iptal ettiğim odanın yerine maalesef çok daha kötü bir odayı yüksek bir meblağ ödeyerek kiralamak durumunda kaldım. Saat 22’yi buldu ama yeni bir şehri keşfetmenin heyecanı, yeni tatlara aç olan bir mide, ağız şapırtısı ile birleşince ayaklar mecbur oldu. Ah bu ayaklar. Akılsız başın da aç midenin de damak zevkinin de yükünü çeker.

Yeni bir şehrin ilk defa sokaklarını yürümeye başlamak ne keyiflidir. Gözleriniz keşfetmek için deliler gibi inceler. İşte bak burada koca bir nehir varmış zamanında. Unutup gitmiş bu şehri. Köprüleri bırakmış ben buradaydım diye hatırlatmak için kalanlara. Kalana zordur zaten. Acıyı da unutmak lazımdır yoksa yaşayamazsın. Bu şehrin insanları da yaşamak için sokakları doldurmuş, birbirlerine neşeli hikayeler anlatıyor, renkli tabaklardan ve koyu kan kırmızı şaraplardan içerek kuruyan nehri unutmaya çalışıyorlar.






Bir an önce güzel bir yere oturalım diyen midem, kriterlerimize göre arama yapan gözlerim. Pek mümkün değil, her yer tıka basa dolu. Limana iniyorum. Kocaman, uzun bir yürüyüş yolu var. Özellikle gemi ile gelen turistler burada. Çok durmadan yerel halkın gittiği bir mekan aramak için iç bölgelere geçiyorum. Tam ümidi kesecek iken müthiş kokuların geldiği bir tapas bar çarpıyor gözüme. Bu sefer şansımı zorluyorum ve bana barda bir kişilik masa veriyorlar. Bar dediğime bakmayın. Bildiğimiz şekilde değil bu barlar. Evet içki var ama asıl rol küçük tabaklarda ya da bir dilim ekmeğin üstünde sunulan yiyeceklerde. Barın önünde orta büyüklükte bir mangal. Mangalcıbaşı bir ahtapotu atıyor, sosisleri alıyor, bir kaburga atıyor, pirzolaları koyuyor. Yaşlı amcalar 1-2 tapas eşiğinde şaraplarını yudumluyor. İspanyolcam yok. Yemeklerin içerisinde ne olduğunu anlamak biraz stres yaratsa da verdiğim kararlar mükemmel. Domuz parçaları olan güveçte bakla, tereyağında karides, chorizo ( baharatlı domuz sosisi) ve 2 bardak bira…

Midem, gözüm, aklım “eyvallah” yatabiliriz dedi ayaklarıma.

İyi geceler…


İpuçları:

* Malaga cumartesi geceleri aşırı kalabalık. Konaklama için önceden rezervasyon yapın ve fiyatların daha yüksek olduğunu not edin.

* İspanya'da yemek yiyecekseniz saat 20.00-22.30 arası yerler çok yoğun. Daha önce ve daha sonra rahat edebilirsiniz.

* Malaga havaalanından merkeze trenle ulaşmak çok kolay.