Aylardır görmemişim mavi yüzünü ne göklerin ne denizin. Sensiz hayatın özünden yoksunum ben ey güneş. Gözlerimizi kaplayan gri bulutlara hayal etmemi sağladığı için şükran borçluyum belkide. Ama şimdi gerçeğe dönüşme vakti; sobeledim seni mevsimlerin efendisi yaz.
Geçirdiğim kışın onca yağmuru ile ıslanıp, aklımın derinliklerinde düşlediğim tatile büründüğümü kimseye söylemeden, dört arkadaş hazırlıklara başlamıştık. Bodrum ve aklı havada sevgilisi Kos; birbirine deli gibi aşık Datça ve Simi; yeldeğirmenlerinde zamanı öğüten yaşlı bilge Rodos. Tanışmak , tanıştığının orada biryerlerde olduğu bilincini verir insana. Ben, orada olduğu bilincinde olduğum Onikiadaların en ünlülerinden üçü ile tanışmaya gidiyordum. Ve onları unutmama yolculuğunda, daha yolun başındaydım...
İstanbul’dan bir acenta vasıtasıyla teknemizi ayarlayıp, vizelerimizi de aldık. Tekne tam pansiyon. Bodrum’dan bineceğiz. Teknenin fotoğraflarını görsek de, kamaralar merak konusu. Gerçi aklımda sürekli güvertede yatmak var, ama hayatımda hiç güvertede yatmadım ve sürekli güvertede yatmak mümkün olur mu bilmiyorum.
Yolculuğun her kilometresini yaşayabilmek için Bodrum’a araba ile gitmeye karar veriyoruz. Yenikapı’dan Bandırma feribotuna sabahın erken saatlerinde binip, öğlene doğru indiğimizde kendimizi Susurluk ayranı içip, tost yerken buluyoruz. Üstüne bir de dondurmalı tavuk göğsü yedikten sonra, akşamüstü Bafa Gölü’nde Hüseyin Amca’nın yılanbalığı ziyafeti için hazırız.
Saat 16:00 gibi Bafa’nın muhteşem coğrafyasına ulaştığımızda, gidiş yönünde solda, ilk görünen tesise giriyoruz. Burası yıllar önce İzmir-Bodrum bisiklet turu yaparken tanıştığım Hüseyin Amca’nın yeri. Sonra defalarca uğradığım bu salaş ama keyifli lokantada, göl kenarındaki masamıza kurulup önce soğuk biralarımızı söylüyoruz. Hemen salatamızı ve yılanbalığımızın siparişini verip, ay tanrıçası Selene’in, sevgilisi çoban Endimon’a yaktığı ağıtları dinliyoruz. Karşı dağlardan kaval sesleri geliyor gibi...
Bodrum’a varıp, teknemizi bulduğumuzda vakit geceye, bedenler uykuya kavuşmak üzere. Kamaralar fena değil. Her kamaranın tuvaleti var . Fakat ufak oluşu herkesi biraz tedirgin ediyor. Sonuçta bulunduğumuz bir gulet, bir otel odası değil. Zaten kimsenin kamarada vakit geçireceği yok. En fazla uyuyacağız. Bodrum’un lazer ışıkları, hareketli müzikleri, baştan çıkarıcı parfüm kokuları arasında, güvertede yatacağım yeri bulup, yastığımı koyup uzanıyorum. Gökyüzünde yıldızlar, yeryüzünde ben varım. Yarı uyur haldeyim. Bir hayalin başlangıcında rüyaya dalıyorum. İyi geceler…
Teknede 9 kişi var. Biz dört kişiyiz. Teknede bizim dışımızda yolcu olarak bulunan evli bir çiftle yol boyunca hatta tatil sonrası da çok iyi dost olduk. Fedai Kaptan ve tayfası toplam üç kişi. Kaptan limanda işlemlerimizi hallediyor ve ahçımız Erman, bize yolculuk boyunca yapacağı lezzetli yemeklerine muhteşem bir omletle başlıyor. Kos’a doğru yola çıkıyoruz. Bir saat kadar süren bir yolculuktan sonra Kos’a varıp, çevre turuna başlıyoruz. Kos, diğer adı ile İstanköy’de üçyüz yıl Türk hakimiyeti sürmüş. 1933’deki büyük depremden sonra çoğu bina yıkılmış. Bugünkü yerleşimler o kalıntıların üstüne kurulmuş. Yine de Osmanlı mimarisini çevrede kolaylıkla görebilirsiniz. Kos, gelmiş geçmiş en büyük hekim sayılan Hipokrat’ın memleketi. Adayı dolaşmak için motorsiklet kiralama isteğimiz, ehliyetimiz olmadığından başarısızlıkla sonuçlanınca, kendimizi sahile atmadan önce biraz çörek ve soğuk içecek alıp, Bodrum’a doğru kendimizi güneşe ve denize teslim ediyoruz. Dalga sesi ve kendi iç sesimizden başka bir ses yok. Kendim bile benle konuşmayı kesiyor…
Kos’un ara sokaklarına kendimizi vurup, camiler, kiliseler, bu kiliselerde gönüllü çalışan yaşlı teyzeler buluyoruz. Kos, Avrupa’nın genç nüfusundan aşırı talep alan bir ada. Bir sürü otel, pansiyon, hostel genç turist grupları ile dolu. Gece hayatı ise hoşlananlar için çok davetkar. Genç turist grupları bir bardan çıkıp diğerine giriyor ve gece onlar için böyle ilerlerken, biz biraz içtikten sonra teknemize çekiliyoruz. Güvertedeki yerimi alıp, yarın Simi (Osmanlıca ve Türkçe’de kullanılan adı Sömbeki) için yola çıkacağımız zamana yatıyorum.
Sabah erkenden teknenin motor sesine uyanıyorum. Hava aydınlanmış. Etrafıma bakınca, dün gece benle beraber güvertede uyuyanlardan bir bölümünün kamaralara kaçmış olduğunu görüyorum. "Mavilikleri yara yara ilerlemeye başlıyoruz" diyorum çünkü bugün dalgalar biraz heybetli. Mayışmış bir vaziyette Kos’un geride kalışını, uzaklardaki Türk topraklarını, ufku seyredip duruyorum. Hafif su serpintileri, diğerlerini de korkutup kamaralara kaçırınca, tekbaşınayım, denizdeyim. Kaptanla biraz sohbet ediyoruz. Denizci olur da maceraları olmaz mı? Teknedeki personelden biri de oğlu. Bir Datça denizcisi Fedai Kaptan.
Deniz duruldu ve herkes güverteye çıkıp kendine bir yer buldu. Kimi kitap okumaya, kimi tavla oynamaya, kimi de güneşlenmeye başladı. Ufukta görünen kara parçasına yaklaşmaya başladık. Simi’nin hemen yanındaki uydu adacığı Nimos ile arasındaki dar boğazdan geçip, koylardan birine demirliyoruz. Koyun girişindeki küçük kilise başka topraklarda olduğumuzu anlatıyor, küçük kırmızı kubbesi ile.
Teknenin en yükseğinden maviliklere atlamalar, kıyıya kadar yüzmeler, şnorkelle dalmalar, kıyıdaki plajda güneşlenmeler, herkes yapılabilecek herşeyi yapıyor. Hatta aramızdan bazıları yüzerken yerel halktan biri ile tanışıp Simi’de akşam Zülfü Livaneli konserini olduğunu, Ege’nin iki halkının aslında birbirinin dilini anlamadığı halde nasıl anlaşabileceğini ispatlarcasına gelip teknedekilere söyleyince herkesi bir coşku kaplıyor. Anlaşılan akşam Simi’de bir konserde olacağız.
Bu kadar hareket açlıkla sonuçlanınca, mutfaktan güzel kokular gelmeye başladı bile. Tüm ekip yemeğimizi yerken kaptan Simi’nin merkezine doğru gitmek için demir aldı. Burnu dönüp Simi’yi gördüğümde aşık oldum. Neo-klasik tarzda evler en fazla üç-dört katlı. Şirin küçük bir liman olan Simi’ye sarı hakim, güneş sarısı. Denizin mavisi, gökyüzü ile yarışıyor. Tepelerde ufak bir iki kilise göze çarpıyor, aşk kokuyor Simi. Denize, hayata, karşı cinse, Tanrı’ya…Kesinlikle aşk kokuyor bu ada.
Simi eskiden bayağı zengin bir adaymış. Bu zenginliğini süngere ve gemi yapımcılığına borçluymuş. Şimdi bu sektörlerin yerini turizm almış ama ada Rodos’a bağımlı. Turistler genelde Rodos üzerinden geliyor. Ayrıca su bulunmadığından, diğer ihtiyaç maddeleri gibi Rodos’tan alınıyor. Adadaki Panormiti koyu en çok gidilen yerlerinden biri Simi’nin. Bu koyda bulunan kilise Yunanlı denizcileri haç yeri. Hatta Yunanlı denizciler savaşa giderken buraya mutlaka uğrarmış.
Limana yanaşıyoruz. Kendimi alıp, sokaklarına dalıyorum. Limandaki saat kulesinin aksine insanlarda telaş yok, zaman kayıp. İnsanlar zamanı verip, kendilerini almış gibi. Ben de onlara uyup, sağ tarafa tepedeki kiliseye doğru ilerlemeye başlıyorum. Limanı yukarıdan gören bir konuma sahip ibadethanenin yanındaki ufak evin kapısından içeri kaçamak baktığımda, kilisede görevli yaşlı teyzelerin lokma tarzı bir hamur işi yaptıklarını gördüm. Büyük bir tencerenin içinde biri hamuru yoğuruyor, diğeri hamur parçalarını koparıp kızarttıkları tencereye atıyor, öbürü ise kızartılanları tencereden alıyordu. Biri beni görmüş olmalı ki yaptığı işi bırakıp kiliseye davet etti. Kilisenin içini gezdikten sonra bana yaptıkları hamurdan ikram etti. Lokma halinde kızarmış sade hamurun üzerine toz şeker atılmış. Birkaç tane yiyip, teşekkür ediyor ve limana doğru inişe geçiyorum.
Merkezdeki ara sokaklar dışındaki sokaklarda hiçkimse yok. Herhalde Akdeniz ve Ege’ye özgü siesta vakti. Bir yerlerden ayin sesi geliyor. Sesi takip ettiğimde yine bir kiliseye çıkarıyor beni. İçeri girdiğimde kandili sallayan pederden başka kimse yok. Herhalde vefat eden kimsesiz biri. Ben de oturup ayinin bir parçasını dinliyorum, son yolculuğunda birileri olsun yanında diye.
Tekneye dönüp diğerleri ile buluşuyorum. Akşam güzel bir lokantada kendimize bir balık ziyafeti çekmeliyiz. Sokak aralarında gördüğüm bir lokantayı öneriyorum. Mavi bir dükkan, beş-altı masa, orta yaşlı çiftin aile işletmesi. Sokak aralarındaki mutfaklar mutlak biçimde kendisini merkezde turistlere şaşalı biçimde pazarlayan mekanlardan daha iyi ürünü, daha az paraya, daha içten sunarlar. Dolayısı ile çok daha güzel bir yemeği çok daha ucuza ara sokaklarda bulabilirsiniz. Bu hem size yerel mutfağı tam anlamıyla tatmanızı sağlayacak ve paranızı cebinizde bırakacaktır. Öyle de oluyor. Egenin ortak mezelerinden tatları, adını bilmediğimiz sinarite benzer bir balığı ve uzoyu afiyetle yiyip, içiyoruz. Balık kilo ile satılıyor. Vitrinde istediğiniz balıktan ne kadar alacağınızı söylüyorsunuz, size fiyatını söylüyor ve seçtikleriniz mutfağa pişmeye gidiyor. Hafif çakırkeyif olarak öğlen sözü edilen konserin nerede olduğunu araştırmaya başlıyoruz. Limanın üst tarafında bir yerlerde olduğunu söyleyen insanlar var. Limanın üstünde bulunan, merdivenlerle ve dar sokaklarla ulaşılan kesime Korio deniyor. Yerel halkın ikamet ettiği yerleşim yeri burası. Giderken sadece iki tane olan taksilerden biri ile ulaşıyoruz buraya. Sonra ara sokaklarda oyun oynayan çocuklar rehberliğinde, labirent misali sokaklardan geçerek bir meydana geliyoruz. Masal gibi bir meydan burası. İplere dizili ampüller altında bir bayan vokalist ve üç kişiden oluşan bir grup şarkılar söylemekte. Beyaz plastik sandalyelerde halk onları dinliyor. Mahallenin gençleri köşede arkalarını bir ağaca yaslamış, diğer taraftaki genç kızlara bakışlar fırlatıyor. Çocuklar meydanın taşlarında oturmuş, çeşitli oyunlar oynuyor. Film sahnesi gibi. Kendimize bir sandalye bulup oturuyoruz. Şarkılar yabancı değil. İki yakanında tınıları bunlar. Zülfü Livaneli’nin değil ama onun şarkılarının söylendiği bir konser olduğunu anlamakta zorlanmıyoruz. E o kadarda yanlış anlama olacak deyip, konserin böyle olduğuna daha çok sevinmeye başlıyoruz. Sanki melekler şarkı söylüyor, biz cennet krallığındayız. Sandalyemde halkı seyrederken hafif bir uykuya dalıyorum. Arkadaşların dürtmesiyle uyanıp, ara sokaklardan limana doğru inmeye başlıyoruz. Ay ışığında limanı yukarıdan gören, hoş bir kafeye oturup “frappe” lerimizi yudumlarken, yarın buradan ayrılacak olmanın hüznü karışıyor mutluluğumuza…
Motorun sesine uyandığım o sabah ömrüm boyunca hafızamdan silinmeyecek Sarı binaları üzerinde bir sis var Simi’nin. Deniz ölü gibi. Süzülerek ayrılıyoruz masallar diyarından. Hedef ortaçağın en ünlü kentlerinden biri olan şövalyeler diyarı Rodos. Üşüyenler yine kamaralarına giriyor. Ben ise battaniyeyi üzerime çekip denizi, yanımızdan geçen tekneleri seyretmeye koyuluyorum. Sürekli denizde yol almanın ve geceleri üstü açık teknede yatmanın benzersiz tadının her saniyesinin keyfini çıkarıyorum. Bir ara bize eşlik eden yunuslarla beraber yol alıyoruz. Yaklaşık üç-dört saat sonra Rodos’un uzun sahilleri, lüks otelleri ve yeldeğirmenleri bizi karşılıyor. Bu dünyaya çok daha önce gelsek ve antik bir gemi ile amforalar taşısaydık bu ada kentine, bizi 30 metre yüksekliğindeki, dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Rodos Heykeli karşılayacaktı. Heykelin nasıl heybetli durabileceğini düşünürken Mandraki Limanı’ndan içeri sokulup, demirliyoruz. Güçlü bir kahvaltıdan sonra, limanın sağ ve sol yanındaki plajlardan vazgeçip, şehri tanımayı ertesi güne bırakıp, hep beraber bir minübüs kiralayıp, adanın Faliraki, Atantou, Tsampika, Faraklos gibi sahillerinin birer birer tadına bakıp, Lindos’a varıyoruz. Burası adanın en ünlü plajı. Akropolü ile de turistleri cezbediyor. Sokaklarında alışveriş yapabilir, huzurlu kafelerinde yemek yiyip, soğuk birşeyler içebilirsiniz. Plaj adanın belki de en güzel kumuna ve denizine sahip. Bütün gün denizde aylaklık edip, akşama doğru şehire dönüyoruz. Teknede yemeğimizi yedikten sonra, kısa bir tanışma turu atıyoruz sokaklarında Rodos’un. Sokrates Caddesi’nde uzun zaman geçirip, ilginç hediyelik eşyalara bakıyoruz. Şövalye kılıçları, zırhları, bayrakları…
Sabah erkenden kalkıp, şehri tanımaya adıyoruz günü. Surlarla çevrili eski kentin bir kapısından zaman tüneline giriyoruz. Nereye baksanız tarih. Birkaç müzeyi kapsayan bir bilet alıp sırası ile dolaşıyoruz. En son Şövalyeler Sokağı’ndan, Büyük Üstadlar Sarayı’na doğru çıkıyoruz. Bu ihtişamlı saraya yine kendisine yakışır sokaktan çıkılıyor. Bu sokakta şövalyelere ait binalar yer alıyor. Bu kadar zamana rağmen tüm binalar, surlar çok sağlam ve yeni gözüküyor. Restore edildiği belli ama orjinalini bilmesem de, hala tarih kokuyor. Sıcak bizi bezdirince ve kendimizi limanın sağ tarafındaki plajda buluyoruz. Kendimizi Ege ile Akdeniz’in birleştiği sınır sularına bırakıyoruz. Hatta sahilin açığındaki yaklaşık 20 metre uzunluğundaki kuleden denize atlamalar gerçekleştiriyorum dakikalarca…
Akşama doğru plajdan ayrılıp, küçük bir tren biçimindeki, şehir turu yapan araca biniyoruz. Vatmanımız motoru çalıştırıp, tura başlıyor, hem şehri tanıtıyor, hem aracı sürüyor. Bu arada şehirdeki her esnafla, balkonda oturan her Rodosluyla selamlaşıyor. Belli ki çok sevilen biri. Şehrin yüksek noktalarından birine çıkıp, manzarayı seyrediyoruz. Güney Ege sahillerimiz uzanmış ufka. Rodos’a gelen herkesin bu turu yapmasını hararetle öneririm.
Yine limanın sağ tarafında bulunan pastaneler, birçok tatlı, tuzlu çeşidiyle ve Nicos’un az ama içten Türkçesiyle bizi masalardan birine oturtturuyor. Yediğimiz her pasta enfes tadlara sahip.
Gece barlar sokağında oturup, geleni geçeni seyrediyoruz. Bir teknemiz olduğunu hatırlayıp limana dönüyoruz. Gruptan arkadaşımız, akordiyonunu çıkarıp çalmaya başlıyor. Şarkılar, şarkıları kovalarken, yandaki Alman bayraklı teknedekiler, Türk Marşı ile birlikte tekneden inip, sahilde oynamaya başlıyorlar. Halleri öyle komik ki; Türk Marşı eşliğinde garip hareketler yapan Almanlar.
Artık Türk karasularına dönüyoruz. Datça’nın ucundaki Knidos antik kentinin olduğu yere demirleyeceğimizi söylüyor kaptan. Bu kadim şehrin sularında koca bir gün, denize giriyor, her türlü atlayışı deniyor, kıyıya çıkıp, balıkçılarla konuşuyoruz. Kıyıda bir balık lokantası var ama tek yer olması ve neden olmadığını anlamadığım şekilde balık azlığından dolayı fiyatlar yüksek. Ahçımız Erman günboyu birşeyler pişirip duruyor. Balık tutma deneyimlermiz çok olumlu sonuçlanmayınca, kaptan zıpkını ile dalışa geçiyor ama nafile. Gece yine akordiyon ile herkesin gönlündeki şarkıları söylüyoruz. Bu arada karşıdaki teknenin tayfası, botla yanaşıp istekte bulunuyor; bir şişe de şampanya getiriyorlar.
Ertesi gün Bodrum koylarında deniz, kitap, uyku, denizyatağı aktiviteleri ile geçiyor. Gece kaptanın tekila partisinde herkes sarhoş oluyor ve sabah yine güvertede rüyaya daldığım yerde uyanıyorum…Gördüğüm rüyayı ise hiç unutmuyorum…
26 Haziran 2011 Pazar
Datça'ya Doğru
Yol...Kimine eziyet, kiminin yaşama sebebi. Karasevda gibi...Terketmez gönül verenini. Gitmeyince, sarar bedenini. Yemekten zevk alamazsın, alışverişten zevk alamazsın, evinde oturamazsın, gökyüzü gri gözükür gözüne, yağmurlar yağar hep içine... En kötüsüde “yol” sevdasını daha keşfedemeyenler içindir. İçindeki burukluğun sebebini bilmez. Sevgilisinde arar, işinde arar, havada arar, suda arar...Ama boşa arar köklerini. Ta ki aracının kilometre saatinde, mesafelerin akarken yüzünde bıraktığı gülümsemeyi dikiz aynasında farkedene kadar.
İşte bende “yol” sevdasına tutulanlardanım. Tüm kış boyunca yol yapmamış olmanın sıkıntısı, yüreğimi kasıp kavururken, vakit kararlaştırıldı. 19 Temmuz 2002. Zafer ki en yakın dostumdur kendisi ve kardeşi Barış olmak üzere tayfa üç kişi. Çadırda konaklayacağız. Bu arada benim “yol faresi”de ilk yol testine çıkacak. Ege’ de hala gitmemiş olup, platonik bir aşk beslediğim Datça’ya uğrayacağımız kesin. Belki sonra Ölüdeniz’e uzanacağız. Buraya kadar net bir fikrimiz var ama Datça’ya giderken nasıl bir yol izleyeceğimiz, her yolculuğumuzda olduğu gibi, arabaya binip, birbirimize “Doğu mu batı mı?” sorusunu sorana kadar belli olmayacak.
19 Temmuz Cuma akşamı saat 22:00 gibi yola çıktık. Çanakkale üzerinden gideceğimizi kararlaştırdıktan sonra depoyu ağzına kadar doldurup, Joe Cocker’ı da kasetçalara sürdük. Tekirdağ köftecilerinden birine vardığımızda vakit 01:00 gibi. Köfteleri mideye indirdikten sonra tekrar yoldayız. Gece hiçbir zaman zevk vermemiştir bana bu Tekirdağ yolu. Ama Çanakkale’ye dönüşün olduğu kavşaktan sonra işler değişir, yol değişir, hava değişir. Karşı yakaya Gelibolu’dan geçmeye karar veriyoruz. Fazla beklemeden arabalı vapura biniyoruz. Yol akıp gidiyor. Sağım, solum bulutların arasından hayal meyal görünen ay ile aydınlanan tarlalar. Yukarıda yıldızlar ki hep beni izliyorlardı bugüne kadar. Bilemedim onları onikisinin dışında. Oysa onlar değil oniki, onikibindende fazlaymışlar. Şimdi, gözlerimden yansıyıp, beynime kazınıyorlar. Bir daha unutmamam için yerlerini. Şafak söksün artık.
Kaz Dağlarından geçiyoruz. Çam sıcağı var etrafta. Açız olabildiğince. Kahvaltı yapmak lazım. Yeşilyurt köyü sapağında, ufak bir yer görüyoruz, yanında çeşmesiyle. Ustaya soruyor Zafer “Kahvaltı var mı?” Herkes susmuş, cevap bekliyor. Arabanın iyice ısınmış egzozundan çıkan ritmik ses, henüz daha kaynağına yakın olan çeşmeden akan suyun sesiyle, ustanın “evet” cevabına karışıyor. Herkes mutlu. Oturuyoruz büyücek bir masaya. Önce ekmekler geliyor. Domates, beyazpeynir,z eytin…Yeşilyurt’un müthiş zeytinyağı gezdirilmiş her tabağın üstünde ve her tabak orman kekiğiyle süslenmiş. Bal, tereyağ. Çayda geldi. Ustaya “menemen” diyoruz. Usta “Arzular şelale” deyip, mutfağa yöneliyor. Menemende geliyor. Ala…
Bu tabaklar ne zaman bitti, ne zaman açtık biz, gün ne zaman doğdu? Söz veriyoruz, dönüşte yine buradayız. Yeşilyurt’u bırakmayıp içine giriyoruz köyün. Burası bildiğiniz köylerden farklı. Büyükşehirlerden kaçanlar burada alternatif bir yaşam biçimi başlatmışlar kendilerine. Sadece Türk değil, yabancılarda var. Tepelere doğru çok kaliteli hizmet sunan kafeler ve oteller var. Öngen Otel’de bir kahve içmek için içeri giriyoruz. İnsanlar hala uyuyor. Kendimize birer kahve alıp, tepeden, tanrıların görüş açısından vadiyi ve uzaklardaki denizi seyrediyoruz.
Ayvalık’a doğru ilerliyoruz. Daha sabah, daha gün bebek, deniz kıpırdamamış gece boyu. Kimse yok sahil boyu. Kendimi denize bırakıyorum. İlk kavuşmamız gerçekleşti Ege’yle. Gün boyu uyumamanın verdiği yorgunluk hissettiriyor kendini. Cunda adasına geçip, adanın arka tarafında bulunan Ortunç’taki Ada Camping’in şezlonglarına atıyoruz kendimizi. Çok nezih bir kamp yeri burası. Karavanda veya çadırınızda çok güvenli bir şekilde kalabilirsiniz. Ünlü tiyatro sanatçılarımızın ve birçok yabancı turistin burada konakladığını belirteyim.
Şezlongda uyuma düşüncemi gerçekleştiremiyorum. Deniz ve yorgunluk uyumamı engelliyor. Saat 16:00 gibi tekrar yola koyuluyoruz. Tek şöför olmam nedeniyle yorgunluk hat safhada. Ayvalık’ta dayımlara da bir selam edip, İzmir’e varıyoruz. Saat 18:00 civarı. Kordonda yürüyüp, birer “kumru” yiyoruz. Ülkemizin diğer şehirlerinde gördüğümüz kumrunun memleketinde, yemeden olmazdı. Gece konaklamamızı Bafa Gölünde yaparız diye düşünüyorum. Yıllar önce Bafa’dan bisikletle geçerken çok şirin bir kamp alanı ile karşılaşmıştım. Amacım çadırı orda kurup geceyi geçirmek. Fakat iki gündür uykusuzum ve artık direksiyonu tutacak halim yok ve hiç yol tecrübesi olmayan Zafer’e Söke’de arabayı veriyorum. Hüseyin Amca’nın gölün kenarındaki lokantasına geldiğimizde saat 24:00 civarı. Hüseyin Amca kamping olayını artık kapattığını ama bize bahçesinde yer olduğunu söylüyor. Çadırı yirmi dakikada kurup içine girdiğimizde ben hemen uyumuşum. Şafak sökerken çadırın kapısından, gece yorgunluktan göremediğim müthiş göl manzarasına bakıp “Muhteşem” dediğimde, birinin de “evet, gerçekten harika” dediğini duyuyorum. Meğer sadece ben uyanmamışım. Barış gölün o manzarasına şafakta bana eşlik ediyormuş. Sonradan öğrendiğime göre hiç horlamayan ben, o gece yorgunluktan kafayı koyar koymaz horlamaya başlamışım ama beni uyandırmaya kıyamayıp, katlanmışlar gürültüye. Sabah göl kenarında muhteşem bir kahvaltı daha ediyoruz. Hüseyin Amca’ya teşekkür edip yola koyuluyoruz. Artık hedef Datça. Chris Rea tüm yaz, yol ve aşk parçalarını sıralarken biz Marmaris’i geçip Datça yoluna giriyoruz.
Datça yolu daha önceden de bildiğim gibi bol virajlı ve dar. Doğal güzellikte bunla doğru orantılı. Fakat yol yapımı hat safhada. Her ağacın arkasında bir iş makinesi. Yolun bazı kısımları iyice genişletilip otoban yapılmış neredeyse. Datça’daki yaban yaşamı bu çok etkiliyor. Yarımadada bazı doğal bölgelerin birbirleriyle, yol ve yerleşim yerleri yüzünden bağlantısının kopması, kendini bugüne kadar insanoğlundan uzak tutabilmiş yarımadanın geleceğini kötü yönde etkileyecek. Datça’ya gelmeden yolun solundaki Aktur tesisleri mavi bayrağıyla hizmet veriyor. Oldukça iyi bir tesis. Bundan sonraki Orman İşletmelerinin yeri ise ucuz olduğundan genelde dolu. 70 km.lik yol bitmek bilmiyor, doğal güzellikleri de... Datça merkeze vardığımızda, Ilıca Kampinge çadırımızı kuruyoruz. Merkeze yakın, nezih, ucuz, yanında kükürtlü göl, plaj önümüzde, komşularımız İtalyan. Ala...
Datça adını “stadia” kelimesinden alıyor. “Durağan” manasına gelen bu kelime zamanla “Dadya” olmuş. Sultan Reşad döneminde “Reşadiye” adını alan yarımada 1928’de Datça adına kavuşmuş. Nüfusu kışları yaklaşık 15.000. Oksijeni en bol yerlerden biri bu fani dünyada. Sürekli esen rüzğarı sörf için ideal. Balığı, bademi,balı,inciri ünlü. Ha birde salyangozu. Datçalılar “karavilla” diyorlar. Özellikle şubat sonu toplanan salyangoz, pişirilip, yeniyor. Tatmayı çok isterdim ama kışın bulunabiliyor. Hemoroide iyi geldiği söyleniyor.
“Bük” Datça’da ufak koylara verilen bir ad. Yüzlerce hatta bini buluyor sayıları. Hepsi ayrı güzellikte, ayrı sessizlikte. Hayıtbükü, Palamutbükü, Domuzbükü, Kızılbük...Aklınıza gelen her isme bir bük ekleyin, Datça’da mutlaka vardır. Deniz hepsinde, hiç görmediğiniz güzellikte. İsterseniz bir bükte sadece kendi başınıza olma imkanınız bile var. Sadece senin cennetin. Başka ne istemiştin ki bu sonlu hikayeden. Güneş aydınlattı gününü. Sana yetebilecek kadar toprak verdi Tanrı. Önünde ışık oyunları oynayan deniz, karnını da doyurur acıktığında. Zamana yetişmek gibi bir sorununda yok. E o zaman bu acelen ne insanoğlu, bu hırsın niye? Aklım oyunlar oynuyor bana, sıcak kumların üzerinde yatarken. Datça’nın hiç dinmeyen rüzğarı, yelpaze sallayan huriler misali. Bir ara saat kaç ki diye soracak oluyorum kendime. Vazgeçmem öbür dalganın kıyıya vurmasını bile beklemiyor. Saf mutluyum.
Eski Datça kıyıdan biraz içeride. Taş evler, begonviller, badem ağaçları, köy kahvesi. Biraz ileride “Can Yücel” sokağı. Dediği gibi “elimle koymuş gibi buldum” Datça’yı. Yarımadanın ucuna doğru giderken Datça’nın havasının ne kadar sıhhatli olduğuna dikkat çeken bir efsaneden bahsedeyim. Emecik Dağı yanındaki Emecik köyünün karşısındaki Sarı Limana zamanında korsanlar cüzzamlı hastaları bırakırlar, ölsünler diye. Cüzzamlılara ise buranın havası iyi gelir, iyileşir ve Emecik köyüne yerleşirler.
Knidos, yarımadanın tam ucundaki antik kent. İ.Ö 7.yy civarında Dorlar tarafından kurulmuş. İlk arkeolojik çalışmayı İngiliz Sir Charles Newton yapıp, her zaman olduğu gibi kıymetli parçalarıda Londra’ya götürmüş. Knidos bir antik kentten çok öte. Anlatmaktan öte, gören gözden öte...
Gece oluyor, Datça’nın merkezine yürüyoruz. Gece hayatını sevenler için birkaç mekan var. Klasik turstik eşya satıcıları. Bizi çekmiyor. Sahile iniyoruz. Şezlonga uzanıyoruz. Rüzğar hiç dinmedi ama asla rahatsız edici değil. Herkes kendi rüyasına dalıyor. Uyuyoruz.
Ertesi sabah tekne ile bükleri dolaşmak üzere bir tura katılıyoruz. Tekne ne büyük ne küçük. Kalabalık değiliz, yolcular bilinçsiz turist değil. En üst kata tentenin altına yarı yatar, yarı oturur, yarı uyur biçimde konuşlanıyoruz. Daha sıcak olan böreklerimiz ve buz gibi suyumuz. Ala...
Gördüklerim halüsinasyon mu? Yoksa deniz, dağlar ve orman birbirleriyle böyle oyunlar oynar mı? Arasıra bükün birinde demirleyip, en üst noktasından denize atlıyoruz. Su soğuk ve o kadar berrak ki her yerde. 20 metre aşağıda balıkların geçtiklerini rahatça görebiliyorsunuz. Aşağıda bambaşka bir dünya. Datça’da denize giren, bir daha başka deniz beğenmez. Başka deniz beğenmez...Sualtına olan ilgi grafiğim Datça’dan sonra yükselen bir trende giriyor. Turun bitmesini istemiyoruz ama gün batıyor ve limana dönüyoruz. Gece plajda muhabbet uzuyor ama dalgaların ninnisi, uykunun kollarına alıyor bizi yine.
Dönüş yoluna başlıyoruz. Üç günümüz var. İlk gün akşama doğru Eski Foça’ya varıyoruz. Çadır kuracak düzgün bir yer bulamıyoruz. Denizi de beğenmeyince, merkeze gelip, Foça’yı dolaşmaya başlıyoruz. Bir tuhaflık var. Foça’dan çok daha fazla şey beklemiştik biz. Durmadan dolaşıyoruz. Yok, yok, yok...Gönül vazgeçme, göz tutunacak bir dal arama çabasında. Bir sokağı dönünce gözlerimizdeki perde kalkıyor. İşte muhteşem evleri ile Foça. Ege’nin diğer ucuna gitmiş gibi oluyorsunuz. Her zaman keşfetmek için bakan gözlerimize ödül mü bu Tanrım? İnsanoğlu burada da uğraşmış. Hiçbir mimari özelliği olmayan beş, altı katlı yazlık apartmanlar burada da var. Gücü yetmemiş daha, Rumların her bir köşesi ayrı estetiğe sahip, taş evlerinin Foça’ya hakim atmosferini bozmaya. Manisa kebabı yiyoruz. Salata, yoğurt, küçük kebap tadındaki köfte ve altında pide ile. Limanda oturuyoruz. Önce İyonyalıları görüyorum, Cenevizliler Yeni Foça’ya doğru ilerliyorlar. Ya şu??? Odysseia kendini gemi direğine bağlatmış, Sirenlerin büyülü ezgilerini dinliyor...
İkinci günün gecesi Cunda’da kalıyoruz. Tüm gece yağmur yağıyor. Çadırın içinde yağmurun sesini dinliyoruz. Toprağın kokusunu hafızamıza kazıyoruz. Sabah kalkıyoruz. Güneş son kez doğuyor bugün. Şirin bir köy pazarından alışveriş ediyoruz. Kazdağları’na varıyoruz. Usta’ya selam edip, oturuyoruz masamıza. Ritüeli eksiksiz tamamlıyoruz. Çanakkale Boğazı’nda kendimi akıntıya bırakıyorum...
Saat 00:30. Yer İstanbul. Karşımızda Fatih’in yaptırdığı Tophane. Yanımızda Nusretiye Camii, Çaprazımızda Kılıç Ali Paşa Camii. Oturmuşuz. Kimseler yok. Nargilemizin ateşi hala kor. Çay bardağından çıkan duman ile nargilemizin dumanı karışıyor, tarih kokusu karışıyor, anılar karışıyor. Neredeydik biz bir hafta boyunca? 2423 km. yolu nerelerde yaptık? Şu an sahip olduğum huzurun kaynağı sadece yapmış olduğum yol muydu? Yoksa oturduğumuz mekanın mistik atmosferimi bunun sebebi? Herkes uyuyor, İstanbul seyrediyor bizi, biz İstanbul’u. Sorular bitmiyor. Nargilemin, ateşi söndü .Cevap veren yok. Yoruldum, senin gibi. İyi geceler İstanbul. İyi geceler...
İşte bende “yol” sevdasına tutulanlardanım. Tüm kış boyunca yol yapmamış olmanın sıkıntısı, yüreğimi kasıp kavururken, vakit kararlaştırıldı. 19 Temmuz 2002. Zafer ki en yakın dostumdur kendisi ve kardeşi Barış olmak üzere tayfa üç kişi. Çadırda konaklayacağız. Bu arada benim “yol faresi”de ilk yol testine çıkacak. Ege’ de hala gitmemiş olup, platonik bir aşk beslediğim Datça’ya uğrayacağımız kesin. Belki sonra Ölüdeniz’e uzanacağız. Buraya kadar net bir fikrimiz var ama Datça’ya giderken nasıl bir yol izleyeceğimiz, her yolculuğumuzda olduğu gibi, arabaya binip, birbirimize “Doğu mu batı mı?” sorusunu sorana kadar belli olmayacak.
19 Temmuz Cuma akşamı saat 22:00 gibi yola çıktık. Çanakkale üzerinden gideceğimizi kararlaştırdıktan sonra depoyu ağzına kadar doldurup, Joe Cocker’ı da kasetçalara sürdük. Tekirdağ köftecilerinden birine vardığımızda vakit 01:00 gibi. Köfteleri mideye indirdikten sonra tekrar yoldayız. Gece hiçbir zaman zevk vermemiştir bana bu Tekirdağ yolu. Ama Çanakkale’ye dönüşün olduğu kavşaktan sonra işler değişir, yol değişir, hava değişir. Karşı yakaya Gelibolu’dan geçmeye karar veriyoruz. Fazla beklemeden arabalı vapura biniyoruz. Yol akıp gidiyor. Sağım, solum bulutların arasından hayal meyal görünen ay ile aydınlanan tarlalar. Yukarıda yıldızlar ki hep beni izliyorlardı bugüne kadar. Bilemedim onları onikisinin dışında. Oysa onlar değil oniki, onikibindende fazlaymışlar. Şimdi, gözlerimden yansıyıp, beynime kazınıyorlar. Bir daha unutmamam için yerlerini. Şafak söksün artık.
Kaz Dağlarından geçiyoruz. Çam sıcağı var etrafta. Açız olabildiğince. Kahvaltı yapmak lazım. Yeşilyurt köyü sapağında, ufak bir yer görüyoruz, yanında çeşmesiyle. Ustaya soruyor Zafer “Kahvaltı var mı?” Herkes susmuş, cevap bekliyor. Arabanın iyice ısınmış egzozundan çıkan ritmik ses, henüz daha kaynağına yakın olan çeşmeden akan suyun sesiyle, ustanın “evet” cevabına karışıyor. Herkes mutlu. Oturuyoruz büyücek bir masaya. Önce ekmekler geliyor. Domates, beyazpeynir,z eytin…Yeşilyurt’un müthiş zeytinyağı gezdirilmiş her tabağın üstünde ve her tabak orman kekiğiyle süslenmiş. Bal, tereyağ. Çayda geldi. Ustaya “menemen” diyoruz. Usta “Arzular şelale” deyip, mutfağa yöneliyor. Menemende geliyor. Ala…
Bu tabaklar ne zaman bitti, ne zaman açtık biz, gün ne zaman doğdu? Söz veriyoruz, dönüşte yine buradayız. Yeşilyurt’u bırakmayıp içine giriyoruz köyün. Burası bildiğiniz köylerden farklı. Büyükşehirlerden kaçanlar burada alternatif bir yaşam biçimi başlatmışlar kendilerine. Sadece Türk değil, yabancılarda var. Tepelere doğru çok kaliteli hizmet sunan kafeler ve oteller var. Öngen Otel’de bir kahve içmek için içeri giriyoruz. İnsanlar hala uyuyor. Kendimize birer kahve alıp, tepeden, tanrıların görüş açısından vadiyi ve uzaklardaki denizi seyrediyoruz.
Ayvalık’a doğru ilerliyoruz. Daha sabah, daha gün bebek, deniz kıpırdamamış gece boyu. Kimse yok sahil boyu. Kendimi denize bırakıyorum. İlk kavuşmamız gerçekleşti Ege’yle. Gün boyu uyumamanın verdiği yorgunluk hissettiriyor kendini. Cunda adasına geçip, adanın arka tarafında bulunan Ortunç’taki Ada Camping’in şezlonglarına atıyoruz kendimizi. Çok nezih bir kamp yeri burası. Karavanda veya çadırınızda çok güvenli bir şekilde kalabilirsiniz. Ünlü tiyatro sanatçılarımızın ve birçok yabancı turistin burada konakladığını belirteyim.
Şezlongda uyuma düşüncemi gerçekleştiremiyorum. Deniz ve yorgunluk uyumamı engelliyor. Saat 16:00 gibi tekrar yola koyuluyoruz. Tek şöför olmam nedeniyle yorgunluk hat safhada. Ayvalık’ta dayımlara da bir selam edip, İzmir’e varıyoruz. Saat 18:00 civarı. Kordonda yürüyüp, birer “kumru” yiyoruz. Ülkemizin diğer şehirlerinde gördüğümüz kumrunun memleketinde, yemeden olmazdı. Gece konaklamamızı Bafa Gölünde yaparız diye düşünüyorum. Yıllar önce Bafa’dan bisikletle geçerken çok şirin bir kamp alanı ile karşılaşmıştım. Amacım çadırı orda kurup geceyi geçirmek. Fakat iki gündür uykusuzum ve artık direksiyonu tutacak halim yok ve hiç yol tecrübesi olmayan Zafer’e Söke’de arabayı veriyorum. Hüseyin Amca’nın gölün kenarındaki lokantasına geldiğimizde saat 24:00 civarı. Hüseyin Amca kamping olayını artık kapattığını ama bize bahçesinde yer olduğunu söylüyor. Çadırı yirmi dakikada kurup içine girdiğimizde ben hemen uyumuşum. Şafak sökerken çadırın kapısından, gece yorgunluktan göremediğim müthiş göl manzarasına bakıp “Muhteşem” dediğimde, birinin de “evet, gerçekten harika” dediğini duyuyorum. Meğer sadece ben uyanmamışım. Barış gölün o manzarasına şafakta bana eşlik ediyormuş. Sonradan öğrendiğime göre hiç horlamayan ben, o gece yorgunluktan kafayı koyar koymaz horlamaya başlamışım ama beni uyandırmaya kıyamayıp, katlanmışlar gürültüye. Sabah göl kenarında muhteşem bir kahvaltı daha ediyoruz. Hüseyin Amca’ya teşekkür edip yola koyuluyoruz. Artık hedef Datça. Chris Rea tüm yaz, yol ve aşk parçalarını sıralarken biz Marmaris’i geçip Datça yoluna giriyoruz.
Datça yolu daha önceden de bildiğim gibi bol virajlı ve dar. Doğal güzellikte bunla doğru orantılı. Fakat yol yapımı hat safhada. Her ağacın arkasında bir iş makinesi. Yolun bazı kısımları iyice genişletilip otoban yapılmış neredeyse. Datça’daki yaban yaşamı bu çok etkiliyor. Yarımadada bazı doğal bölgelerin birbirleriyle, yol ve yerleşim yerleri yüzünden bağlantısının kopması, kendini bugüne kadar insanoğlundan uzak tutabilmiş yarımadanın geleceğini kötü yönde etkileyecek. Datça’ya gelmeden yolun solundaki Aktur tesisleri mavi bayrağıyla hizmet veriyor. Oldukça iyi bir tesis. Bundan sonraki Orman İşletmelerinin yeri ise ucuz olduğundan genelde dolu. 70 km.lik yol bitmek bilmiyor, doğal güzellikleri de... Datça merkeze vardığımızda, Ilıca Kampinge çadırımızı kuruyoruz. Merkeze yakın, nezih, ucuz, yanında kükürtlü göl, plaj önümüzde, komşularımız İtalyan. Ala...
Datça adını “stadia” kelimesinden alıyor. “Durağan” manasına gelen bu kelime zamanla “Dadya” olmuş. Sultan Reşad döneminde “Reşadiye” adını alan yarımada 1928’de Datça adına kavuşmuş. Nüfusu kışları yaklaşık 15.000. Oksijeni en bol yerlerden biri bu fani dünyada. Sürekli esen rüzğarı sörf için ideal. Balığı, bademi,balı,inciri ünlü. Ha birde salyangozu. Datçalılar “karavilla” diyorlar. Özellikle şubat sonu toplanan salyangoz, pişirilip, yeniyor. Tatmayı çok isterdim ama kışın bulunabiliyor. Hemoroide iyi geldiği söyleniyor.
“Bük” Datça’da ufak koylara verilen bir ad. Yüzlerce hatta bini buluyor sayıları. Hepsi ayrı güzellikte, ayrı sessizlikte. Hayıtbükü, Palamutbükü, Domuzbükü, Kızılbük...Aklınıza gelen her isme bir bük ekleyin, Datça’da mutlaka vardır. Deniz hepsinde, hiç görmediğiniz güzellikte. İsterseniz bir bükte sadece kendi başınıza olma imkanınız bile var. Sadece senin cennetin. Başka ne istemiştin ki bu sonlu hikayeden. Güneş aydınlattı gününü. Sana yetebilecek kadar toprak verdi Tanrı. Önünde ışık oyunları oynayan deniz, karnını da doyurur acıktığında. Zamana yetişmek gibi bir sorununda yok. E o zaman bu acelen ne insanoğlu, bu hırsın niye? Aklım oyunlar oynuyor bana, sıcak kumların üzerinde yatarken. Datça’nın hiç dinmeyen rüzğarı, yelpaze sallayan huriler misali. Bir ara saat kaç ki diye soracak oluyorum kendime. Vazgeçmem öbür dalganın kıyıya vurmasını bile beklemiyor. Saf mutluyum.
Eski Datça kıyıdan biraz içeride. Taş evler, begonviller, badem ağaçları, köy kahvesi. Biraz ileride “Can Yücel” sokağı. Dediği gibi “elimle koymuş gibi buldum” Datça’yı. Yarımadanın ucuna doğru giderken Datça’nın havasının ne kadar sıhhatli olduğuna dikkat çeken bir efsaneden bahsedeyim. Emecik Dağı yanındaki Emecik köyünün karşısındaki Sarı Limana zamanında korsanlar cüzzamlı hastaları bırakırlar, ölsünler diye. Cüzzamlılara ise buranın havası iyi gelir, iyileşir ve Emecik köyüne yerleşirler.
Knidos, yarımadanın tam ucundaki antik kent. İ.Ö 7.yy civarında Dorlar tarafından kurulmuş. İlk arkeolojik çalışmayı İngiliz Sir Charles Newton yapıp, her zaman olduğu gibi kıymetli parçalarıda Londra’ya götürmüş. Knidos bir antik kentten çok öte. Anlatmaktan öte, gören gözden öte...
Gece oluyor, Datça’nın merkezine yürüyoruz. Gece hayatını sevenler için birkaç mekan var. Klasik turstik eşya satıcıları. Bizi çekmiyor. Sahile iniyoruz. Şezlonga uzanıyoruz. Rüzğar hiç dinmedi ama asla rahatsız edici değil. Herkes kendi rüyasına dalıyor. Uyuyoruz.
Ertesi sabah tekne ile bükleri dolaşmak üzere bir tura katılıyoruz. Tekne ne büyük ne küçük. Kalabalık değiliz, yolcular bilinçsiz turist değil. En üst kata tentenin altına yarı yatar, yarı oturur, yarı uyur biçimde konuşlanıyoruz. Daha sıcak olan böreklerimiz ve buz gibi suyumuz. Ala...
Gördüklerim halüsinasyon mu? Yoksa deniz, dağlar ve orman birbirleriyle böyle oyunlar oynar mı? Arasıra bükün birinde demirleyip, en üst noktasından denize atlıyoruz. Su soğuk ve o kadar berrak ki her yerde. 20 metre aşağıda balıkların geçtiklerini rahatça görebiliyorsunuz. Aşağıda bambaşka bir dünya. Datça’da denize giren, bir daha başka deniz beğenmez. Başka deniz beğenmez...Sualtına olan ilgi grafiğim Datça’dan sonra yükselen bir trende giriyor. Turun bitmesini istemiyoruz ama gün batıyor ve limana dönüyoruz. Gece plajda muhabbet uzuyor ama dalgaların ninnisi, uykunun kollarına alıyor bizi yine.
Dönüş yoluna başlıyoruz. Üç günümüz var. İlk gün akşama doğru Eski Foça’ya varıyoruz. Çadır kuracak düzgün bir yer bulamıyoruz. Denizi de beğenmeyince, merkeze gelip, Foça’yı dolaşmaya başlıyoruz. Bir tuhaflık var. Foça’dan çok daha fazla şey beklemiştik biz. Durmadan dolaşıyoruz. Yok, yok, yok...Gönül vazgeçme, göz tutunacak bir dal arama çabasında. Bir sokağı dönünce gözlerimizdeki perde kalkıyor. İşte muhteşem evleri ile Foça. Ege’nin diğer ucuna gitmiş gibi oluyorsunuz. Her zaman keşfetmek için bakan gözlerimize ödül mü bu Tanrım? İnsanoğlu burada da uğraşmış. Hiçbir mimari özelliği olmayan beş, altı katlı yazlık apartmanlar burada da var. Gücü yetmemiş daha, Rumların her bir köşesi ayrı estetiğe sahip, taş evlerinin Foça’ya hakim atmosferini bozmaya. Manisa kebabı yiyoruz. Salata, yoğurt, küçük kebap tadındaki köfte ve altında pide ile. Limanda oturuyoruz. Önce İyonyalıları görüyorum, Cenevizliler Yeni Foça’ya doğru ilerliyorlar. Ya şu??? Odysseia kendini gemi direğine bağlatmış, Sirenlerin büyülü ezgilerini dinliyor...
İkinci günün gecesi Cunda’da kalıyoruz. Tüm gece yağmur yağıyor. Çadırın içinde yağmurun sesini dinliyoruz. Toprağın kokusunu hafızamıza kazıyoruz. Sabah kalkıyoruz. Güneş son kez doğuyor bugün. Şirin bir köy pazarından alışveriş ediyoruz. Kazdağları’na varıyoruz. Usta’ya selam edip, oturuyoruz masamıza. Ritüeli eksiksiz tamamlıyoruz. Çanakkale Boğazı’nda kendimi akıntıya bırakıyorum...
Saat 00:30. Yer İstanbul. Karşımızda Fatih’in yaptırdığı Tophane. Yanımızda Nusretiye Camii, Çaprazımızda Kılıç Ali Paşa Camii. Oturmuşuz. Kimseler yok. Nargilemizin ateşi hala kor. Çay bardağından çıkan duman ile nargilemizin dumanı karışıyor, tarih kokusu karışıyor, anılar karışıyor. Neredeydik biz bir hafta boyunca? 2423 km. yolu nerelerde yaptık? Şu an sahip olduğum huzurun kaynağı sadece yapmış olduğum yol muydu? Yoksa oturduğumuz mekanın mistik atmosferimi bunun sebebi? Herkes uyuyor, İstanbul seyrediyor bizi, biz İstanbul’u. Sorular bitmiyor. Nargilemin, ateşi söndü .Cevap veren yok. Yoruldum, senin gibi. İyi geceler İstanbul. İyi geceler...
BÜYÜKADA GÜNLERİ -1-
"Bu bir içsel yolculuğun arkasındaki Büyükada anılarıdır."
Denizin ortasında, bir o yana bir bu yana yatan vapurun kıç kısmında durmuş denize bakıyorduk. Yağmur çiseliyordu ve aylardan Marttı. Sıkıcı bir iş haftasının üstümüzdeki kalıntılarını yıkıyordu yağmur. Keskin bir yosun ve iyot kokusu vardı.
Vapurun iskeleye yanaşma ritüelleri gerçekleşirken, az sayıdaki yolcu yaz itiştirmelerinden uzak, sabırla bekliyodu. Ada sabır demekti. Sabrı olmayanlar geçici idi. Halat havada süzüldü ve becerikli eller koca vapuru iki hamlede karaya tutundurdu.
İskeleye ayak bastığımızda adada olmanın kanıtı burnuma mührünü vurdu. At dışkısı kokusu...
"Bu,
akşam senin geldiğin vapur.
Hani,
benim seni iskelede beklediğim.
Yalnızlık kasırgasından bir aman almak için,
omzuna yaslanmak istediğim.
Bu,
senin hiçbirşeyden haberi olmayan,
dalgalar gibi bordasına vurduğun vapur."
İlk gençliğimden beri adalar benim için çok önemli idi. Lise yıllarında arkadaşlarla pikniğe gider, şimdi uzağında olduğum o görüntülerde pek bir eğlenirdik. Ne tuhaftır hayatın insana oynadığı. Küçükken meyve aşırırken karşısında duran, kovalayan adam oluveriyorsun büyüdüğünde çocukları..
Bazen de bisiklete atlar adayı karış karış dolaşırdım. Adada yaşamak hayaldi, hatta bir gece kalmak.
Yaklaşık sabah saatleri idi. Açık olan sabah kahvelerinden birine oturup, çıtırdayan sobanın yanında çay içip, kıymalı böreğimizi yedik. Kahvede birkaç yaşlı okey oynuyor, biri televizyon seyrediyordu. Yalın ada vardı karşımızda. Martı çığlıkları, kaşık şıkırtısı ve yağmur sesi...
Saat kulesinin bulunduğu meydana doğru yürüdük, yağmur şiddetini azalttığında. En doğru ulaşım aracı olan bisikletlerimizi kiraladık. Yürümek daha gezmek bitmemişken yorar, faytonla her yere giremezsiniz. Oysa bisiklet öyle midir? Uzun bir yokuşu çıkarken küfürler savurursunuz ama aşağı doğru inerken rüzgar size şefkat dolu sözler söyler.
Saat kulesinin bulunduğu meydanda iki seçenek vardır. Ya Maden tarafına yönelirsiniz ya Nizam tarafı. Biz Nizam caddesine döndük. Burası Maden tarafına oranla çok daha fazla köşkün, lüks konutların ve zenginlerin yerleşkesidir. Dil Burnu’na ve Aya Yorgi’ye doğru yola koyulduk.
"Ada insanını bekler.
Hüzün açar kapıyı,
içeri girersin.
Leylak kokularında yolların,
faytonlar hatır sorar"
Dil Burnu'na vardığımızda biraz yokuş tırmanıp Eski Lunapark meydanına vardık. Burası Küçük Tur’un son noktası. Buradan adanın arka tarafına doğru Büyük Tur'a devam ederler. Ya da Aya Yorgi’ye çıkan yokuşun başındaki lokantada mola verirler. Cesaretli olanlar yokuşu tırmanmaya başlar; bizim gibi. İsteyenler hemen lokantanın karşısındaki eşeklerden kiralayıp eşek üstünde de çıkabilirler.
Elimizde bisikletler yokuşu 30 dk da tırmandık. Kendimizi Yücetepe Kır Gazinosu'nun tahta masalarından birine attık. Buradan adanın tüm çevresini görebilirsiniz. İstanbul sis ve yağmur altında idi. Orada hiç yaşamamış olsam ne kadar sessiz ve sakin bir yer derdim. Bir tablo gibi gözüküyordu. Bu tahta masada oturup şarabını yudumlayan bir ressam çizmişti sanki. Yalova tarafından gelen şilebin, önündeki küçük balıkçı teknelerine attığı uzun bir haykırış da sonsuzluk içinde kaybolup gitti.
Yücetepe adanın en yüksek noktası. Aya Yorgi adında bir kilise mevcut. Efsaneleri meşhur. Yılın iki günü tüm İstanbul burada nerede ise. Kalan günler ise huşu içinde ulaşılmaz biçimde o İstanbul’u seyrediyor.
Bir şişe şarap bittiğinde tüm dertlerimiz de İstanbul gibi sakin ve görünmez oldu. Acaba Bizanslı soylu sürgünlerde, keşişlerin buradaki bağların üzümlerinden yaptığı şaraplardan içip eski günlerini mi anıyorlardı? Yoksa burada olduklarına şükür mü ediyorlardı? Gözlerine çekilen mil olmasaydı, herhalde burası sürgün olarak adlandırılamazdı. Bu güzelliği göremedikleri için çok daha acı geliyordu sanırım. İşte o acı, hüzün ve Bizans rutubetinden asla kurtulamıyor ada. Ama bence adalara bu çok yakışıyor. Sabır, hüzün ve rutubet...
Aslında tüm istediğimiz bir Cumartesi'yi, yağmur eşliğinde şarap içip sucuk yiyerek Aya Yorgi’de geçirip daha sonra bu yaşadıklarımızı aynı döngünün çarkları arasında öğütmekten başka bir şey değildi. İki şişe şarap bitirmiş, 30 dk da çıktığımız arnavut taşlı yokuşu, bisikletlerin üstünde sarsıntıdan titreyerek inmeye başlamıştık. Hoş da bir şarkı tutturmuş, seslerimiz sarsıntıdan titreyerek meydana doğru iniyorduk.
Maden tarafından iniyorduk ve güzel evlerin arasından süzülüyorduk. Uzun zamandır artık tek başımıza bir eve çıkmanın hayallerini kuruyor sonra maddi imkansızlıklar yakamızı bırakmadığından bu hayali gerçekleştiremiyorduk. Evlerin arasından geçerken burada oturmanın ne güzel olabileceğini düşünmek bir hayalden öteye gidemez diye düşünüyorduk.
Meydana vardığımızda bisikletçinin hemen yanındaki emlakçıya ikimiz birden daldık. Sonradan adını öğrendiğimiz emlakçı Erol abi tam size göre bir ev var deyip bizi faytona bindirmesi ile evde bitmemiz bir anda olmuştu. Ne oluyordu?
Maden tarafında, Mimoza adlı sokağın yokuşunu hafif tırmandıktan sonra 6 numaralı evin bahçesinden içeri girdik. Cennet gibi idi; ağaçlar, güller...Üç katlı bir evdi. Merdivenlerden çıkıp çatı katının kapısını açtığında Erol abi, dilimiz tutulmuştu. Hele bir de terasa çıktığımızda söyleyecek söz kalmamıştı. Çok beğendiğimizi belli edip fiyatı indirmeyi düşünememiştik bile. Sarhoş cesareti ve manzaranın güzelliği karşısında sadece “tamam” diyebilmiştik. Kaporayı verdik ve haftasonu buluşmak üzere sözleştik.
Vapura binmiştik. Birbirimize bakıp gülüyorduk. Kimse inanamayacaktı, biz bile...
Mahpiuluta – İlker Torun
Denizin ortasında, bir o yana bir bu yana yatan vapurun kıç kısmında durmuş denize bakıyorduk. Yağmur çiseliyordu ve aylardan Marttı. Sıkıcı bir iş haftasının üstümüzdeki kalıntılarını yıkıyordu yağmur. Keskin bir yosun ve iyot kokusu vardı.
Vapurun iskeleye yanaşma ritüelleri gerçekleşirken, az sayıdaki yolcu yaz itiştirmelerinden uzak, sabırla bekliyodu. Ada sabır demekti. Sabrı olmayanlar geçici idi. Halat havada süzüldü ve becerikli eller koca vapuru iki hamlede karaya tutundurdu.
İskeleye ayak bastığımızda adada olmanın kanıtı burnuma mührünü vurdu. At dışkısı kokusu...
"Bu,
akşam senin geldiğin vapur.
Hani,
benim seni iskelede beklediğim.
Yalnızlık kasırgasından bir aman almak için,
omzuna yaslanmak istediğim.
Bu,
senin hiçbirşeyden haberi olmayan,
dalgalar gibi bordasına vurduğun vapur."
İlk gençliğimden beri adalar benim için çok önemli idi. Lise yıllarında arkadaşlarla pikniğe gider, şimdi uzağında olduğum o görüntülerde pek bir eğlenirdik. Ne tuhaftır hayatın insana oynadığı. Küçükken meyve aşırırken karşısında duran, kovalayan adam oluveriyorsun büyüdüğünde çocukları..
Bazen de bisiklete atlar adayı karış karış dolaşırdım. Adada yaşamak hayaldi, hatta bir gece kalmak.
Yaklaşık sabah saatleri idi. Açık olan sabah kahvelerinden birine oturup, çıtırdayan sobanın yanında çay içip, kıymalı böreğimizi yedik. Kahvede birkaç yaşlı okey oynuyor, biri televizyon seyrediyordu. Yalın ada vardı karşımızda. Martı çığlıkları, kaşık şıkırtısı ve yağmur sesi...
Saat kulesinin bulunduğu meydana doğru yürüdük, yağmur şiddetini azalttığında. En doğru ulaşım aracı olan bisikletlerimizi kiraladık. Yürümek daha gezmek bitmemişken yorar, faytonla her yere giremezsiniz. Oysa bisiklet öyle midir? Uzun bir yokuşu çıkarken küfürler savurursunuz ama aşağı doğru inerken rüzgar size şefkat dolu sözler söyler.
Saat kulesinin bulunduğu meydanda iki seçenek vardır. Ya Maden tarafına yönelirsiniz ya Nizam tarafı. Biz Nizam caddesine döndük. Burası Maden tarafına oranla çok daha fazla köşkün, lüks konutların ve zenginlerin yerleşkesidir. Dil Burnu’na ve Aya Yorgi’ye doğru yola koyulduk.
"Ada insanını bekler.
Hüzün açar kapıyı,
içeri girersin.
Leylak kokularında yolların,
faytonlar hatır sorar"
Dil Burnu'na vardığımızda biraz yokuş tırmanıp Eski Lunapark meydanına vardık. Burası Küçük Tur’un son noktası. Buradan adanın arka tarafına doğru Büyük Tur'a devam ederler. Ya da Aya Yorgi’ye çıkan yokuşun başındaki lokantada mola verirler. Cesaretli olanlar yokuşu tırmanmaya başlar; bizim gibi. İsteyenler hemen lokantanın karşısındaki eşeklerden kiralayıp eşek üstünde de çıkabilirler.
Elimizde bisikletler yokuşu 30 dk da tırmandık. Kendimizi Yücetepe Kır Gazinosu'nun tahta masalarından birine attık. Buradan adanın tüm çevresini görebilirsiniz. İstanbul sis ve yağmur altında idi. Orada hiç yaşamamış olsam ne kadar sessiz ve sakin bir yer derdim. Bir tablo gibi gözüküyordu. Bu tahta masada oturup şarabını yudumlayan bir ressam çizmişti sanki. Yalova tarafından gelen şilebin, önündeki küçük balıkçı teknelerine attığı uzun bir haykırış da sonsuzluk içinde kaybolup gitti.
Yücetepe adanın en yüksek noktası. Aya Yorgi adında bir kilise mevcut. Efsaneleri meşhur. Yılın iki günü tüm İstanbul burada nerede ise. Kalan günler ise huşu içinde ulaşılmaz biçimde o İstanbul’u seyrediyor.
Bir şişe şarap bittiğinde tüm dertlerimiz de İstanbul gibi sakin ve görünmez oldu. Acaba Bizanslı soylu sürgünlerde, keşişlerin buradaki bağların üzümlerinden yaptığı şaraplardan içip eski günlerini mi anıyorlardı? Yoksa burada olduklarına şükür mü ediyorlardı? Gözlerine çekilen mil olmasaydı, herhalde burası sürgün olarak adlandırılamazdı. Bu güzelliği göremedikleri için çok daha acı geliyordu sanırım. İşte o acı, hüzün ve Bizans rutubetinden asla kurtulamıyor ada. Ama bence adalara bu çok yakışıyor. Sabır, hüzün ve rutubet...
Aslında tüm istediğimiz bir Cumartesi'yi, yağmur eşliğinde şarap içip sucuk yiyerek Aya Yorgi’de geçirip daha sonra bu yaşadıklarımızı aynı döngünün çarkları arasında öğütmekten başka bir şey değildi. İki şişe şarap bitirmiş, 30 dk da çıktığımız arnavut taşlı yokuşu, bisikletlerin üstünde sarsıntıdan titreyerek inmeye başlamıştık. Hoş da bir şarkı tutturmuş, seslerimiz sarsıntıdan titreyerek meydana doğru iniyorduk.
Maden tarafından iniyorduk ve güzel evlerin arasından süzülüyorduk. Uzun zamandır artık tek başımıza bir eve çıkmanın hayallerini kuruyor sonra maddi imkansızlıklar yakamızı bırakmadığından bu hayali gerçekleştiremiyorduk. Evlerin arasından geçerken burada oturmanın ne güzel olabileceğini düşünmek bir hayalden öteye gidemez diye düşünüyorduk.
Meydana vardığımızda bisikletçinin hemen yanındaki emlakçıya ikimiz birden daldık. Sonradan adını öğrendiğimiz emlakçı Erol abi tam size göre bir ev var deyip bizi faytona bindirmesi ile evde bitmemiz bir anda olmuştu. Ne oluyordu?
Maden tarafında, Mimoza adlı sokağın yokuşunu hafif tırmandıktan sonra 6 numaralı evin bahçesinden içeri girdik. Cennet gibi idi; ağaçlar, güller...Üç katlı bir evdi. Merdivenlerden çıkıp çatı katının kapısını açtığında Erol abi, dilimiz tutulmuştu. Hele bir de terasa çıktığımızda söyleyecek söz kalmamıştı. Çok beğendiğimizi belli edip fiyatı indirmeyi düşünememiştik bile. Sarhoş cesareti ve manzaranın güzelliği karşısında sadece “tamam” diyebilmiştik. Kaporayı verdik ve haftasonu buluşmak üzere sözleştik.
Vapura binmiştik. Birbirimize bakıp gülüyorduk. Kimse inanamayacaktı, biz bile...
Mahpiuluta – İlker Torun
Bahçeden...
Uzun zamandır bahçeyi ihmal ediyorum. Bu sene gerek mevsimin geç dönmesi gerek üşengeçliğimden sebze ekimini geç ve eksik gerçekleştirdim. Haziran sonu olmasına rağmen domates, biber ve salatalık boyları hala çok kısa.
Biberiye, kekik, mercanköşkü, adaçayı, lavanta, ıtır ise coşmuş durumda. Biraz budama yapmak durumundaydım. Budadığım kısımları için aromalı zeytinyağı yapımında ve kurutarak değerlendirmek istedim.
Itır, kekik, mercanköşkü, biberiyeleri yıkayıp, 450 cc lik kavanozlara zeytinyağı ile bastım. Sadece 2 gün sonra bile, özellikle ıtır müthiş bir aroma verdim. Itırın mor açan çiçeklerini bolca kullandığım için bu etkiyi verdi sanırım. Mercanköşkünden çok umutlu olmama rağmen tadını beğenmedim. Bir de hava ile temasını kesmek çok önemli yoksa kavanozun içinde otların açıkta kalan kısımları bozuluyor.
Bahçede bulunan dut ağacının üzeri erik büyüklüğüde dutlarla kaplandığından ve kimse toplamadığından ne kadar üstünden yesek de yere düşüp ziyan oluyordu. Ben de bir kısmını kurtarmaya karar verdim. Bir torba kadar toplayıp, reçel yaptım. Az şeker koyduğum için suyu akışkan oldu. Ama meyvesi çok bol olduğu için bu etki çok sırıtmıyor. Tadı ise harika...
Biberiye, kekik, mercanköşkü, adaçayı, lavanta, ıtır ise coşmuş durumda. Biraz budama yapmak durumundaydım. Budadığım kısımları için aromalı zeytinyağı yapımında ve kurutarak değerlendirmek istedim.
Itır, kekik, mercanköşkü, biberiyeleri yıkayıp, 450 cc lik kavanozlara zeytinyağı ile bastım. Sadece 2 gün sonra bile, özellikle ıtır müthiş bir aroma verdim. Itırın mor açan çiçeklerini bolca kullandığım için bu etkiyi verdi sanırım. Mercanköşkünden çok umutlu olmama rağmen tadını beğenmedim. Bir de hava ile temasını kesmek çok önemli yoksa kavanozun içinde otların açıkta kalan kısımları bozuluyor.
Bahçede bulunan dut ağacının üzeri erik büyüklüğüde dutlarla kaplandığından ve kimse toplamadığından ne kadar üstünden yesek de yere düşüp ziyan oluyordu. Ben de bir kısmını kurtarmaya karar verdim. Bir torba kadar toplayıp, reçel yaptım. Az şeker koyduğum için suyu akışkan oldu. Ama meyvesi çok bol olduğu için bu etki çok sırıtmıyor. Tadı ise harika...
23 Kasım 2010 Salı
Yedigöller-Gecenin Ardında
Şehirden kaçmak...Ne pahasına olursa olsun.
Şehir adı arkasına gizlenen kapitalizm ve emek sömürücülüğü, saklandığı albenili maskesinin ardında gözlerini bir an için kapadığında kendimizi Bolu yollarında bulmuştuk.
Sislerin ardında, bize kucak açan dağların arasında daha yükseğe ve daha yükseğe doğru ilerlerken adı ağza alınmayacak kelimelerin arasında idi maskenin sahibinin adı.
Yedigöller'e ulaşmak için 40 km lik toprak, stabilize karışımı yolda ilerlerken gece de bizimle birlikte ilerliyordu. Cep telefonları çekmiyordu. Hatta haftasonu boyunca çekmeyecekti ki benim için bir nimetti. Mucize idi.
Bir saattir yol alıyorduk. Tahminlerime göre 7 km kadar kalmıştı ki Mete ve Oktay, Mete'nin cipi ile yol kenarında durmuş, bizi karşılamaya gelmişlerdi.
Ateşi yakmak ve etleri pişirmek için 20 kişi beni bekliyordu. Gölevi'nin yanına aracı bırakıp eve girdiğimizde aslında çevremizin nasıl bir yer olduğu hakkında, karanlıktan ötürü bir bilgimiz bulunmuyordu.
Sabah erkenden kalktığımda gördüğüme inandım evet inandım ve dolaşmaya başladım masalın sayfalarında. Sonbahar, hüznünü teskin etmek isteyen güneşe inanmıştı. Göl durgundu. İnsanlar fotoğraf çekmek için türlü türlü şekillere giriyor ve herkes o karelere saygı için birbirini kolluyordu. Oysa zaten o düğmeye nasıl basarsanız basın doğa size çok güzel bir fotoğraf oluyordu.
Büyük renkli bir masada yaptığımız sabah kahvaltısının ardından, etraftaki diğer göllere de bakmak için gözlerimize yardım etti ayaklarımız. Ve medeniyetsizliğin ne kadar güzel olduğunu gösterdi bize göller, yapraklar, güneş, akan dereler...
Ne zaman koşsak ve gelsek yanına, hiç üzmedin sen bizi. Ama bir gün de vakit gelip dönmek zamanı geldiğinde, sakla bizi maskeli balolardan ey Doğa Ana...Gönderme geri...
28 Mayıs 2010 Cuma
Düş Tarlaları
Yağmur değdiğinde toprağa...ortalığı sarmalayan kokunun verdiği mutlulukla fark ettim ki; artık gerçekten Düş Tarlaları'nı kurmuşum.
Bir yanda domates, biber, salatalık, patlıcan, kabak, sarmısak fidelerim...
diğer yanda adaçayı, biberiye, melisa, kekik, roka, kıvırcık, maydanoz, mercanköşkü ve lavantalarım...
Bu sene hiç erik almadık, bahçedeki yüce erik ağacı sayesinde..
Maydanoz ve dereotuna para vermedik...
Taze sarmısağı her hafta annemlere götürmeme ve komşuların yemesine rağmen eksikliğini çekmedik...
Kekik, biberiye ve adaçayı sıkıntımız yok...
Dut yolda...Ceviz büyümeye devam ediyor...İncir bu sene az olacak muhtemelen; budanan dallar yüzünden...
Yoldayız...Yürüyoruz...Sabırla ve Aşkla...
Bir yanda domates, biber, salatalık, patlıcan, kabak, sarmısak fidelerim...
diğer yanda adaçayı, biberiye, melisa, kekik, roka, kıvırcık, maydanoz, mercanköşkü ve lavantalarım...
Bu sene hiç erik almadık, bahçedeki yüce erik ağacı sayesinde..
Maydanoz ve dereotuna para vermedik...
Taze sarmısağı her hafta annemlere götürmeme ve komşuların yemesine rağmen eksikliğini çekmedik...
Kekik, biberiye ve adaçayı sıkıntımız yok...
Dut yolda...Ceviz büyümeye devam ediyor...İncir bu sene az olacak muhtemelen; budanan dallar yüzünden...
Yoldayız...Yürüyoruz...Sabırla ve Aşkla...
23 Mayıs 2010 Pazar
Ormanın Derinliklerinde
19 Mayıs 2010
Terkos'un doğu-batı-güney doğrultularında yaptığımız keşif gezilerinden sonra sıra ormanlarının derinliklerine gelmişti. 19 Mayıs 2010 günü Adalet, Sevil, Mahmut, Mehmet ve ben Celepköy mıntıkası kuzeybatı yönünden göle doğru inişe geçtik. Daha önce yaptığım ön keşif kışın olduğu için toprak örtüsüzdü. Bu yürüyüşte ise her yeri dikenli sarmaşıklar kaplamış. Yönü bulmak zor değil ama ilerleyecek yolu bulmak zaman alıyordu. Önümüzde daha yeni geçmiş bir domuz sürüsü olduğu bilmek de ayrı bir heyacandı. Zaman zaman sürünerek ve dahi bataklıklardan geçmek zorunda kaldık.
1,5 saat sonra göl kenarındaki düzlüğe inebildik. Sol tarafta iki kadın ellerindeki çapalar ile bir ritim tutturmuşlardı. Köpekler davulları çalıyordu, yabancılar topraklarına girmişti. Sağ tarafta oluşan gölcükler vardı. İki adam birşeyler arıyordu. Yanlarına gidip selamımızı verdik. Gölcüğe saatlerini düşürmüşler, onu arıyorlamış. Kazlar ve ördekler bir o yana bir bu yana salınıyordu.
Geniş bir u çizerek arabayı bıraktığımız ve başladığımız yere dönmek için birkaç soru sordum, kendimizi Deli Şaban'a yetişmek için ormanın derinliklerine dalarken buldum.
Deli Şaban buraya göç etmek zorunda kalan 60'lı yaşlarında bir delikanlı. Kızı küçük yaşta kocaya kaçmış, bir şekilde hapis yatmış, evi depremde yıkılmış. Tüm darbeleri aldıktan sonra kaçacak yer olarak buraya ablasının yanını bulmuş. Hayat ona yaşanacak onca acı vermiş ki...O da burada ayaklarını toprağa basarak acılarından kurtulmaya çalışıyor...
Ormanın içinde su kenarında bir kulübeye vardık. O yapmış; son sigarasını yakıp anlatmaya başladı. Domuz avlarmış, tanesini 50-100 tl den alırlarmış. Teknesi orada değilmiş olsa bizi Terkos'ta gezdirirmiş. Benim işim yok diyor..Bu dağlarda gezerim...
Karşı yani kuzey yönüne bakıyoruz. Çok derin bir orman. İçimde yanan keşif duygusu ile soruyorum, "geçiş tamamen yasak mı" diye? "Biz bazen gideriz" diyor, "jandarma içeri bırakmaz".
Birkaç zaman önce kum çeken gemiler yüzünden göl ile deniz birleşmiş, göl denize akmaya başlamış. Taş getirip dökmüşler açılan kanala..
Her köylü gibi o da define ararmış. Bize birkaç taşın üzerinde Yunanca yazı olduğunu söylüyor. Taşlara baktığımızda ise zamanla doğanın oynadığı oyunlar olduğunu görüyoruz.
Yol ayrımına geliyoruz. Tekrar görüşmek üzere vedalaşıyoruz. Biz başka bir patikadan göle doğru inmek üzere yürüyüşe geçiyoruz.
Göl kenarında geniş çayırlar var. Yer yer bataklık durumda. Hemen ileride de dik falezler oluşmuş durumda. Havada gri bulutlar dolaşıyor. Çayıra uzanıp sessizliği dinliyoruz, araya kuşlar giriyor.
Son etaba geçiyoruz. Önceki keşif gezilerime göre bulunduğumuz yerden güneye doğru çıkmamız gerekiyor. Yine derin ormana giriyoruz. Her tarafım kaşınıyor ve çizikler içinde. Kantaron yağından sürüyorum hemen. 1 saat sonra arabanın bulunduğu toprak yola çıkıyoruz.
Fazıl abiyi arayıp turnaları hazırlamasını söylüyorum. Doya doya balık ve salata yiyoruz göl kenarında.
Çayı unutmayıp Yazlık'ta ki kahvede demli mi demli çayları yudumluyoruz.
Akıllarda kalan Deli Şaban'ın sözü;
BENİM İŞİM BU DAĞLARDA GEZMEKTİR...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)