21 Haziran 2013 Cuma

10 Büyük Günah

Londra'da, Smithfield'da saat 6'da bir dükkan kapılarını açar. 10 büyük günah da denen kahvaltıyı kasaplarla birlikte yersin eğer gerçekten cesursan.

Çok yakında Düş Tarlaları'nda...!

6 Nisan 2013 Cumartesi

Portakal Ağacı

Sen, yapraksızlığın ne olduğunu bilir misin?
Bir portakal bahçesinin ortasında,
kokuların dökülmüşlüğünü bilir misin?
Soğukta
yanan ateşleri bilir misin?
Soğuktan çatlamış eller gördün mü?
Çatlaklarının arasına toprak dolan eller,
üzerine hayat yazılmış eller,
portakal toplayan eller gördün mü?
Yaprakları, kokuları toplayan eller;
o ellerinde acıdığını,
acının da güzel olduğunu bilir misin?
  Gökyüzüne yalvaran dallar gördün mü?
Yaprak için dua eden
soğukta dua eden dallar,
hiç amin dedin mi o dualara?
Portakal topladın mı?
Portakal küfesi gördün mü bir adamın sırtında?
Çatlamış ellerle toplanmış portakallar kokladın mı?

Sen,
o adamla hiç konuştun mu?

İlker Torun / 2006

2 Eylül 2012 Pazar

İşgal Altında !

Ruhumun Endülüs'ten İstanbul'a, İznik'ten İsfahan'a, Patagonya'dan Arjantin'e, Porto Rico'dan Vancouver'a bütün şehirleri işgal altında ey okur !

Bütün kalemlerim kırılmış, bütün zamanlarım çalınmış, oğlumun yanağını okşayacak ellerim bağlanmış, gözlerime miller çekilmiş, ayaklarım yollarını unutmuş...
Yaşadığım günler ıstırap olmuş. Hayallerim dipsiz bir kuyunun içinde üstüne taşlar atılmış...
Sokaklarım ıssız, bulutlarım kısır...

Ruhum işgal altında ey okur !

Şimdi ne yapmalı? Bu esaret altında, gözler önde esirliği çekmeli mi? Bazen yapmıyor değilim hani? Gözyaşlarım içime aka aka göller oluyor, adalar oluşuyor, yalnız başlarına... Robinson'lar yaşamaya başlıyor. Ve sonra herşey yeniden başlıyor...

Sonra...Sonra o Robinson'lar birbirlerini görüyor...Ruhumun bütün adalarında ve göllerinde yalnız olmadıklarını anlıyorlar...Birleşiyorlar, güçleniyorlar...Ve şöyle sesler duyuyorum uzaklardan...özgürlük...özgürlük...

Sonra...Sonra...Baş harfleri büyüyor...Özgürlük oluyor...Özgürlük...

Bir kalem çıkartıp geliyor biri eski sandıklardan. Yazmaya başlıyorum...Alacakaranlıkta uykumdan uyanıp yazmaya başlıyorum...Elimin birinin bağı çözülüyor, oğluma dokunuyorum...Gözlerim bulanık da olsa görüyor... Yürümeye başlıyorum karanlıkta...Çekiç sesleri geliyor bir sokakta, bodrum katında...Kılıçlar dövülüyor özgürlüğe...

Biri taşları çıkarmaya başlıyor hayal kuyusundan...Derken Endülüs'te bir sufi bir şarkı zikrediyor ve bir İspanyol kardeşim gitarının tellerine hiç olmadığı kadar asi vuruyor...Derken korkuyorlar bizden...İkinci harfi de büyüyor...ÖZgürlük...

Aman vermeden...Susmadan, susturulmadan...Hayal etmeyi bırakmadan...Geceleri yürümeyi unutmadan...Tüm Robinson'lar ve adalar ve göller için...İçimizdeki tüm yalnızlıklar için...İsfahan ve Granada için...Kayıp zamanlar ve hikayeler adına....En önemlisi ÖZGÜRLÜK adına !

İşgal bitsin ey okur !

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Hoşgeldin !



Vadinin tabanında gözlerim yeşilden kamaşmıştı. Kuş seslerinden kulaklarım başka sesleri ayırt edememeye başlamıştı. Nerede olduğum hakkında bir fikrim yoktu. Yönümü bulmak imkansız.
Geçmiş zamanla şimdiki zaman arasında gidip gelmelerim bana vakit kaybettiriyordu. En kısa zamanda çevredeki en yüksek noktaya çıkıp gözlemlemeliydim.
Karnım aç. Soğuğun ve dikenlerin kestiği derimi hissediyorum. Oysa yara ve acı yok iken orada mı farkında değildim. Yokluğu bilmek lazım varlığı bilmek için.
İşte...Az önce muhteşem bir gölün kenarında imişim. Orada bu tepeyi özlüyor ve hedeflerken, şimdi aşağısı ne kadar cezbedici. Uzak olan istenir, ben de şimdi keşke orada kalsaymışım diye düşünürken güneşin yollanmaya başlaması ile irkiliyorum.

Tepenin arka yamacından ve keskin taşlarla döşeli patikadan koşmaya başlıyorum. Yaban domuzları gibi özgür ve hoyratça koşuyorum. Engellerden sağa sola dönerek, üstüne basarak, çarparak geçiyorum.

Dizlerim tutmamaya başladı, her an düşebilirim. Sazlıklarla dolu bir düzlüğe geldim. Sanırım göle doğru giden su kanalları. Dikkat etmezsem çamura saplanabilirim. Mümkün olduğunca sazlıklardan uzak, ormana yakın yürüyorum. Hava karardı kararacak. Burnuma is kokusu geliyor. Birileri odun yakıyor. Allahım herkesin aksine, tezek ve is kokusuna bayılırım. Uzaktan köpek sesleri geliyor...

Yaklaşıp bağırıyorum kazanın başında tahta sopa ile kazanı karıştıran teyzeye.
Köpeklere eliyle sus işareti yapıyor. Yüzünde bir gülümseme ile buyur ediyor. Tahta verandanın altında 3 orta yaşlı teyze daha oturuyor. Oturmam için sediri gösteriyorlar. Aç olduğum her halimden belli olacak ki duvardaki ufak bir dolaptan, bir bez yumağı çıkartıyor. Bezi açınca mis gibi ekmek kokusu sarıyor bedenimi. Sağımda kalan, hepsinden daha yaşlı gözüken teyze ufak bir kapta bir şey getiriyor önüme. Diğeri ise kaynayan kazana kepçeyi daldırıp simsiyah ve yoğun sıvıdan bir kaba dolduruyor.

İkisi de yerde duran üzeri yıllanmışlıktan nerede ise söze gelecek masaya geldiğinde, kadınların dut pekmezi kaynattıklarını anlıyorum. Bana tahin pekmez getiriyorlar. Sanki tatlı ve kısa bir uykuya dalmış da uyanmış gibi gözlerimi açıp, ağzımı kapıyorum 15 dakika sonra.

Ateşin üzerindeki simsiyah çaydanlıktan bardaklara çay dolduran adamı ilk defa görüyorum. Kadınlarla bir iki kelime konuşuyor ve bana doğru yaklaşıyor.
- Hoşgeldin


3 Mart 2012 Cumartesi

İ Z N İ K - 1

Kış, kar, soğuk, karanlık...İznik'e doğru ilerliyoruz. Yerler kaygan. Araba kaymasın diye en fazla 60 km hız yapıyorum. Poyraz arabada bir türlü susmuyor. Orhangazi sapağından Nicea yoluna döndüğümde karanlık bir kat daha artıyor. Hiçbir şey göremiyorum...









Sanırım sağımız solumuz zeytinlik.. Tabelaları okumaya gayret ediyorum, bir yandan Poyraz’ı susturmak için birşeyler yapmaya çalışırken; tabela yok.  Köye doğru çıkıyoruz. Kalacağımız yerin göl kenarı olması lazım ama tabelaya rastlamadım. Köy girişinden dönüyoruz. Tayfun Bey’i aramaktan başka çare yok.


Tayfun Bey yolu tarif ediyor ama birkaç kez 1 km uzunluğundaki yolda yine de gidip gidip dönüyoruz. Sonunda toprak yoldan ilerliyor ve çamura saplanmaktan son anda kurtuluyoruz. İşte ışıklar...

Tayfun Bey dar yolun sonunda Piçu ile birlikte bizi karşılıyor. Arabadan iniyorum. Hava soğuk ama çok temiz. Yılların uykusundan uyandırmak ister gibi dövüyor beni. Nefes aldıkça hatırlıyorum...Yaşadığımı ve ölmediğimi...


Karanlık olsa da yerde kar olduğunu hissediyorum. Verandadan geçiyoruz. Kapının yanında kesilmiş odunlar var. İçeri giriyoruz. Önce mutfaktan geçiyoruz. Kuzineyi görüyorum. İçerisi loş ışıklar ile aydınlatılmış. Üç basamakla salona geçiliyor. Şömine ateşi rahat koltukları aydınlatıyor. Yanan odun parçalarının sesleri duvarlarda yankılanıyor. Boydan boya camlardan dışarısı görülüyor ama göl şimdilik bir ipucu vermiyor hakkında. Masanın üzerinde bir şişe şarap. İstanbuldan aldığımız simitin biri duruyor. Kahve yapıyoruz. Sessizliğin ortasında, dağların ve gölün korumasında oturuyoruz. Piçu kapıda yatıyor. Şömineye sürekli odun atıyorum. Evin içi soğuk.

Evin üst katında iki oda bir açık oturma odası var. Her odada bir elektrikli soba ya da klima var. İzmir’den gelecek arkadaşlar gece varacaklar. Onların da küçük çocukları var. Poyraz’ın da üşümesinden korkuyorum. O yüzden gece ateşin bekçisi olmam lazım. Her zamanki gibi...

Uyumak gelmiyor içimden. Ev ve ortam o kadar güzel ki. Düşünsem mi, kitap mı okusam, şömineyi mi seyretsem bilemiyorum. Poyraz uyudu. Ateş odunları birer birer yutuyor. Ev sadece 13 derece.

Tayfun Bey evi çok zevkli döşemiş. Her köşesine ayrı hayran olunuyor.. Mutfakta her türlü alet edavat var. Kuzine en modern fırından daha güzel. Ateşe bakarken hayat akarken kaybettiklerimiz düşüyor birer birer gözlerimin önünden. Yanıp gidiyorlar...

Telefon sesine uyanıyorum. İzmirli dostlar yakınlarda evi bulmaya çalışıyor. Evi istilacılardan saklamak isteyen bir kale komutanı gibi saklamış Tayfun Bey. Gizli tünelleri, patikaları tarif ede ede buluyorlar yolu. Herkes yerleşiyor odalarına. Saat 4’ü gösteriyor. Ben de odamıza çekilip oğlumun yanına kıvrılıyorum. Hava hala çok soğuk.



Poyraz gece boyunca ağlıyor ve uyanıyor. Sanırım yatağını yadırgadı. Saat 6 gibi kalkıyorum. Herkes uykuda. Ankaradan gelecek arkadaşlar sabah yola çıkacaklardı. Ateş unutmuş kendini; hatırlatmak lazım..Biraz karıştırıyorum, korlar çıkıyor ortaya eski acılar gibi. Kendimi atıyorum ortasına...

Ayakkabıları girip kapıdan çıkıyorum. Piçu karşılıyor beni. Aldığım nefes bir sel gibi burnumdan akciğerlerime doğru akıp temizliyor kiri pası, yalanı dolanı, yuttuğum lafları, eğdiğim boynum düzeliyor. Gölü görüyorum. Durgun mu durgun. İki dağ silsilesinin arasında. Saklanmış, gizlenmiş. Örtmüş battaniyesini kafasına kadar. İskelenin üstünde yürüyorum. Sazlıklar iki yanımda. Yerde kar, gökte bulut. İçimde özgürlük, mızraklarını çıkarmış on bin piyade gibi...Güm güm güm. Yaklaşma pazartesi...Herkes uyuyor. Kimse haberdar değil uyandığımdan, bu iskelenin üstünden göle, dağa, buluta baktığımdan. Azametli dağlar işte karşımda. Karlı tepeleri, kayaların ardına saklanan tilkileri, insanlığı korku ile seyreden kervanların gözleri...



                                                                                                       ******************************



Kış, kar, soğuk ve aydınlık. Kervan toparlanıyor. Yaklaşık binekli 20 kişiyiz. Dün gece handa kalmak gücümüzü toparlamamıza yardım etti. Atlar günler sonra dinlenebildi. Bir gün daha dinlenmeden ilerleseydik birkaç at kaybedebilirdik. Akşam koyun eti ve bulgur pilavı yedikten sonra çay bile içemeden odama çekilmiştim. Uykusuzluk artık başımı ağrıtıyordu. Odadaki diğer şiltede kuyumcu yamağı Orhan yatıyor. Babası bana emanet etmişti. İstanbul’daki amcasının yanına götürüyorum. Mesleği iyice öğrenip Kapalıçarşı’da amcasının yerini alacakmış.



Çocuk yorgunluk ve soğuktan hastalanmıştı. Gece ateşten yandı, kavruldu. Başına soğuk bez koymaktan yine uyuyamamıştım. Allah’tan sabaha karşı ateşi dindi. Sabah namazını kıldıktan sonra yarım saat dalabilmiştim. Kervanın toparlanma sesleri ile uyanıp avluya çıkmıştım. Çocuk da kalkmış. Sağlıklı gözüküyordu. Bazlama ekmek ile pekmez yedik beraberce. Çocuğu ata bindirdim. Bugün dinlensin. Ata yüklenmiş olacağız ama çocuk emanet. Yapacak bir şey yok.


Kar yağmaya devam ediyor. Tek sıra halinde dağa sarıyoruz; boncuklar gibi. Köyden sonra kar yer yer diz boyu. Çok yavaş ilerliyoruz. Sağlı sollu zeytinlikler var. Bereketli topraklar buralar. Göl solumuzda büyüdükçe büyüyor. Sis olmasa güney kıyılarını da görebilirdik. Soğuk bazen benimle konuşuyor. Derdinin canımızı acıtmak olmadığını söylüyor. Bütün yaz boyu yalnız kaldığını, güneşin kendisini hapsettiğini, ama 10 gün önce firar ettiğini anlatıyor. Anlattıkça kar yağıyor ve üşüyoruz.



Tepeye ulaştığımızda, ateşçi ateşi yakıyor. Kazanlarda çay demleniyor. Tepeyi aştık mı işimiz kolay. Yalova’da denize vardığımızda kadırgalardan birine bineceğiz. Sonra da İstanbul. 3 aydır yollardayım. Evimi, karımı, oğlumu özledim. Aşağıda, uzaklarda gölün kenarında hareket eden birşeyler var. Bir insan sanki. Kısmış gözlerini bana doğru bakıyor hissediyorum. Umutla, hasretle... Ya da ateş bana uykusuzluk ile birlikte hayaller gördürüyor. Gözcü bağırmaya başlıyor... Eşkiyalar geliyoooor !

23 Temmuz 2011 Cumartesi

MİDİLLİ...

Tavanarasında yaşayan ve geceleri evin diğer bölümlerinde dolaşan bir fare gibi, Midilli’ye gitme fikrini bir türlü dile getirememişken, bir bahar gecesi yakalayıp dile getirince, plan yapma vakti gelmişti. Yıllar boyu hep önünden geçip gitmiş, sadece seyretmiştik ışıklarını. Hep orada olduğunu bilmiş, hiç tanışamamıştık. Şimdi birbirinin adını bilen ama sevdiklerini birbirine hiç söyleyemeyen iki seven gibi, bir tahta masada iki ufak meze eşliğinde, uzolarımızı tokuşturup, “seni seviyorum” diyecektik...”Gece yıldızlara bakmak, yayamı hatırlatır bana. Yorgo derdi, evladım; ben ölürsem bir gün, sana bu yıldızlardan bakacağım. Ve ne zaman sen yıldızlara baksan, göz göze geleceğiz”.


Hemen Lesbos’lu hekim Haşmet ile bir toplantı ayarladık ve Taksim Gezi Pastanesi'nde harita üzerinde gidilmesi gereken yerlerin isimlerini aldık. Ve o harita tam 2 ay çalışma masamda asılı kaldı; uzun uzun hayal etmek için...










Temmuz’da gitmek üzerine anlaşıldı; oğlumuz Poyraz 4,5 aylık olacaktı. Herkes nasıl yapacağımız konusunda bizi korkutuyordu. Betül ile bu işi kotarabileceğimizi düşünürken, dostlarımız Tolga, eşi Özlem, Arzu ve annesi Leyla Teyze de bize yardımcı olacaklarını söylediler. Tayfada Arzu’nun 7 yaşındaki oğlu Deniz ile yeğeni 8 yaşındaki Pelin de olacaktı. Leyla Teyze ve Arzu için bu yolculuğun bir önemi de vardı. Çünkü büyük dedeleri buradan Küçükkuyu’ya göç etmişti.



Tolga, Vatera bölgesinde Aphrodite Hotel’den odalarımızı ayarladı. İki kişilik oda fiyatı kahvaltı dahil 78 euro + büyük Yeni Rakı. Ayrıca 9 kişilik Citroen Jumpy marka aracı da full sigortalı 1000 euroya kiraladık.
Pasaportlarımızı ve vizelerimizi aldık. 8 Temmuz Cuma gecesi Bon Jovi konserine katıldık. “Someday I’ll be saturday night”ı söyleyerek, ertesi günün gecesinde Midilli’de olacağımızı düşledik. Cumartesi sabahı 5:00’de arabamızla Ayvalık’a doğru yola çıktık. Sabah Kaz Dağları’nda Bağ Evi adlı yerde kahvaltımızı yaptık. Çok revaçta, uygun fiyatlı bir yer. Yol kenarında. Tek handikapı çok kalabalık olmasından dolayı servisin aksaması.








Saat 14:30 gibi dostumuz Erinç’i Ayvalık’taki Eolya Konukevi’nde ziyaret ediyoruz. Kızı Damla ve yardımcısı Ayfer Hanım bizi bir vahada karşılıyor sanki. Poyraz’a serin bir duş aldırıyoruz. Soğuk birşeyler içtikten sonra, çaylar eşliğinde müthiş kekler ve pastalar yiyoruz. Eski bir Rum evinde konaklamak ve gerçek bir konukseverlik eşliğinde geçmişi yaşamak istiyorsanız mutlaka Eolya Konukevi'ne uğramalı, en azından bir gece geçirmelisiniz. Çok titiz bir restorasyon ürünü olan Eolya, her köşesinde ayrı bir zerafet sergiliyor.







Saat 18:00’de kalkacak feribotumuzun biletlerini Jale Turizm’den alıyoruz. Daha önce rezervasyonumuzu yaptırmış olduğumuzdan, bürodaki çalışanlara aşinayız. Aracı gümrüğün yanındaki otoparka bırakıp, bir sürü bavul ve çantamızla feribota yerleşiyoruz. Feribot, Kilitbahir-Çanakkale arası çalışan gemiler gibi. Bütün gün sıcak ve yorgunluk, limandan ayrılıp, Midilli’ye doğru giderken yolculuğun tadını çıkarmamızı engelliyor. Yine de bir saat sonra Midilli iyice görünmeye başladığında üst kata çıkıyorum, Yunan bayrağını yalayıp, üzerimize esen rüzgar kokuları değiştiriyor. “Hıçkırıklar, bağrışmalar, itişmeler... Gözyaşları ile evimizin önündeki tahta oyuncağıma bakıyorum, uzanıp almak istiyorum, olmuyor. Yayam iskelede fenalaşıyor. İskelenin kenarındaki gümrük binasına götürüyorlar. Ne annemi ne babamı alıyorlar yanına. Herkesi gemiye yöneltiyorlar. Gitmek istemiyorum. Yıldızlara bakmak istemiyorum; göz göze geliriz diye”.



Gümrükten geçmek çok kolay oldu. Bir de Poyraz sayesinde iyice kolaylık gösterdiler. 15 dakikada çıktık. Kiralama firmasını aradık ve araç geldi. Fakat büyük bir problem var ki aracın bagajına sayısız bavul ve çantamız sığmıyor. Türklerin müthiş yeteneklerinden biri olan “arabaya nasıl yük sığdırılır” becerimizi gösteriyoruz ve yola çıkıyoruz. Vatera’ya gideceğiz ama merkezde kayboluyoruz. Bir bakkala yol soruyorum. Küçük renkli bir bakkal. Kadının bütün tırnakları başka bir renk ojeyle boyalı. Birkaç teneke içinde tuzlu balık ve zeytin var. İstediğiniz kadar alabiliyorsunuz. Tarif ediyor. 10 dakika kadar sonra yolu buluyoruz. Yaklaşık 1,5 saat yol gidiyoruz. 100 km civarı bir mesafe. Fakat yollar virajlı ve biz sürekli kontrol ederek gidiyoruz. Saat 22:30’a yaklaştığından Poyraz ve çocuklar, hatta biz sıkıntılıyız. Sonunda otele varıyoruz. Gece olmasına rağmen plajın mükemmel olduğunun farkındayız. Yiannis bizi çok yakın karşılıyor. Bu sıcak karşılamadan çok mutluyuz.





Odalara çıkıp hemen bir duş alıyor ve aşağıya yemeğe iniyoruz. Plajın hemen üstünde otelin “tavernası” var. Ben ahtapot , Tolga kalamar, Betül ve Özlem kaşarlı tost, Arzu da bir Heineken söylüyor. Ahtapot ve kalamar 8 euro. Ahtapot kuru değil ama biraz sert. Ayrıca küçük. Kalamarın özellikle sosu çok güzel. Yedikten hemen sonra çıkıp yatıyoruz. "Karnım çok aç. Ayrılık denizi fırtınayla üstümüzü ıslatıyor. İskeleye vardığımızda at arabalarına bindiriliyoruz. Adanın tepelerinde birkaç ışık görüyorum. Seni unutmayacağım".






2.gün...

Dünden çok yorgun olduğumuzdan, bugünü plajın keyfini çıkararak geçirmek istiyoruz. Vatera adanın en güzel plajı. Adada çok ince kum yok. Kalın kumlu ve taşlı. Vatera’da kalın kumlu bir plaj. Ama kilometrelerce uzanan bir sahil var. Büyük bölümü ıssız. Bir bölümünde tavernalar ve oteller var. Ama oteller sahilin kenarını kapatmamışlar. Arada bir araç yolu var. Plajın yanında genelde otellerin  tavernaları var. Taverna deyince bizdeki anlamı farklı. Daha doğrusu biz tavernayı yanlış anlamışız. Tavernada oturup insanlar gün boyu sessiz sakince kahvelerini, uzolarını ve yanlarında ufak mezelerini yemekteler. Kimseyi sarhoş göremezsiniz. Yüksek sesle müzik dinlenmez. Hatta turistik değilse hiç dinlenmez.


Vatera’dan görünen soldaki kara parçası Karaburun yarımadası. Sağdaki ise Sakız adası. Vatera’ya ya Polichnitos üzerinden asfalt yolla ya da Akrassi üzerinden bir kısmı toprak yolu kullanarak ulaşabilirsiniz. Zaten adada büyük yerleşimler asfaltla birbirine bağlanmış. Onun dışında toprak yollar var. Bazı noktalar arasını bu toprak yollar çok kısaltıyor ama arabanıza acımamanız lazım...”Annemin kokusunu en çok o geceden hatırlarım. Sımsıkı sarıldığında bana, içime çekmiştim; hiç bırakmamacasına”.


Tavernanın menüsündeki yemeklerin porsiyonu çok büyük. Bir adet yemek söylerseniz, iki kişi bile doyabiliyorsunuz. Klasik Rum yemekleri, bizimkilerin aynısı. Deniz ürünlerinden ahtapot, kalamar var. Sardalye her daim mevcut. Zaten ada bir sardalye yatağı. Bir de günlük ne balığı varsa. Izgaralardan da dana, domuz ve tavuk mevcut.

Ada da araba ile geçen ve hoparlör ile satış yapanların sayısı çok. Hurdacı, balıkçı, karpuzcu gördüklerimiz arasında...
3.gün...

Bugün adanın kuzeyindeki Molyvos’a gideceğiz. Leyla Teyze’lerin kökleri Molyvos’a dayandığı için çok heyecanlılar. Vatera’dan 65 km. Yaklaşık 1,5 saatte gidiyoruz. Hava çok sıcak. Molyvos’a gitmek için Kaloni’den geçiyoruz. Kaloni körfezi çok büyük. Sanki bir göl gibi. Molyvos’a vardığımız vakit öğle saatleri. Sahile iniyoruz. Burası taşlık ve dar bir sahil. Çamların altında güzel bir yer buluyoruz. 2,5 euroya şezlong kiralıyoruz. Bütün gün bu serin yerde dinlenip denize giriyoruz. Molyvos, Türkiye’nin Kaz Dağları kısmına bakıyor. Kent bir tepenin yamacına kurulmuş. En tepede kalesi var. Sokaklar dar. Öğlen bir cafede ben sardalye yiyorum. Yerken keyifte alıyorum . Ama mideme dokunuyor. Bütün gün halsiz dolaşıyorum.


Akşam kaleye doğru çıkıyoruz. Bir bakkaldan elma ve şeftali alıyoruz. Herkes o kadar zamanı yavaşlatmış ki...Kimse acele etmiyor. Acelesi olanın burada yeri yok. Kimse sizi anlamaz...”Molyvos yani Mithimna’da otururduk. Babamın inekleri vardı. Her gün sağdığı sütleri Mithimna’nın tüm dik yokuşlu sokaklarını gezer, satardı. Bazen ben de giderdim onunla. Ama birkaç sokak sonra yorulur. Ya fırıncı Stavros ya da nalbant Niko’nun yanında babamın dönmesini beklerdim”.









4.gün
Bugün bir dağ kasabası olan Agiassos’a gidiyoruz. Agiassos, Midilli’yi en çok hissettiğim yer oldu. Tüm geleneksel öğeler burada toplanmış. Özellikle kasabanın önemli kilisesinin giriş kapısı olan sokakta bulunan kahvenin olduğu yer müthiş. Sakinliği ve huzuru tümüyle hissediyorsunuz. Oturup kahvelerimizi içiyoruz.





Sokaklardan tepeye doğru çıkarken kadın kooperatifinden yaşlı bir teyze çıkıp bizi içeri buyur ediyor. Üç yaşlı teyze içeride kurabiye pişiriyor. Midilli’de her kasabada bir kadın kooperatifi var. Birşeyler üretip satıyorlar. Burada da türlü türlü reçeller, kurabiyeler var. Yarı İngilizce yarı Rumca anlaşıyoruz. Karpuz reçeli, kurabiye ve badem ezmesi alıyoruz.









Yola devam ediyoruz. Karşılıklı iki tavernada oturanlar içkilerini içmekle meşgul. Yunanistan’da saat 14:00’den 18:00’e kadar yemek yenen yerler hariç her yer kapalı. Bir de adada güvercin besleyen çok kişiye rastladık. “Bizi şimdilerde Küçükkuyu denen bir dağın denizle buluştuğu köye yerleştirdiler. Babamın inekleri Mithimna’da kaldığı için, birkaç dönüm zeytinlik tarla verdiler. Bizi çok iyi karşıladılar. Evimizi yapmak için herkes yardım etti. Evi bitirene kadar bizi konuk ettiler.”





Ara sokaklardan merkezdeki kahveye inip, pastaneden muhallebili ve tarçınlı böreklerden aldık. Arzu’lar da kaşar peynir ve simit aldı. Çayla yedik. Daha sonra Agiassos Isıdouros’da denize girmek üzere yola çıktık.


Plomari’den geçtik. Güzel bir kasaba burası. Barbayanni Uzo Fabrikasına uğradık. Midilli uzonun merkezi. Barbayanni’de uzo üretiminin en önemli markası. Uzo bu fabrikada günlerce dinlendirilerek üretildiğinden diğer markalardan ayrılıyor. Diğer markalarda şekerle birlikte bekleme süresi kısalıyor. Fakat şekerle seyreltiğinden daha çabuk sarhoş olunuyor. Böyle anlatıyor markanın 7.halkası.









Isıdouros’a giderken yol yine toprağa, dağa sarıyor ve bizi Ag.Varvara’ya çıkıyor. Burası çok taşlık bi plaj. Şnorkelle dolaşmak için ideal. Hepimiz denize giriyoruz, Poyraz’ı da sokuyoruz. Hala korkuyor ve huzursuz...





Dönüş yolunda toprak yoldan gidip, yolu kısaltmak istiyoruz. Fakat maceranın tam ortasına dalıyoruz. Orman yolları, kayalar, dereler... ”Bazı günlerde gökyüzü pırıl pırıl olur. Ve buradan Molyvos’a doğru baktığımda, yayam dağın arkasında bana göz kırpar”.
















5.gün...


Yine kuzeye Molyvos’un doğusunda kalan Skala Sikaminias’a doğru yola çıkıyoruz. Arzular bugün dinlenmek istedikleri için otelde kaldılar.







Sikaminias küçük bir iskele, bir kilise, birkaç cafe ve evden oluşan bir yer. Midilli’de sahile yakın her köyün bir de iskelesi var. Köyün adına Skala (iskele) kelimesi eklenerek isimlendiriliyor.


Bir kafede soğuk birşeyle içiyoruz. Denize giriyoruz. Under the Mullberry adlı restoranda ahtapot ve karidesli spagetti yiyoruz. Ahtapot rezalet. İnanılmaz sert ve kuru. Yanımızdaki masada spagettili ıstakoz yiyorlar. Ama bizim bütçe elvermiyor. Kilosu 80 euro. Çeşme’deki Langusta’da 50 euro idi. Biz sadece bakıyoruz.








Geri dönüş yoluna geçiyoruz. Yol üzerindeki Mantamados’a uğrayamıyoruz ama içinden geçerken buranın gerçekten gezilmeye değer bir kasaba olduğunu notlarıma alıyorum. Bu bölge ayrıca manastırlar bölgesi ama vaktimiz olmuyor.












Otele dönüyoruz. Akşam sahilde Tolga akordiyon çalıyor. Müthiş bir gece geçiriyoruz. Oteldeki birkaç çift de arkadaki şezlonglarda bize katılıyor...”Çetmi köyünden bir kıza aşık oldum. Babası öğretmen. Geçen yaz, köydeki düğünlerin birkaçında göz göze geldik. Sanırım o da beni seviyor”.












6.gün

Bugün artık Mitilini yani Midilli (merkez) günü. Mitilini, Ayvalık’a çok benzeyen bir şehir. Biz saat 14 gibi gittiğimizden cafeler dışında her yer kapalı idi. Bir kilisenin merdivenlerinde dinlenip, Ermou caddesi boyunca ilerledik. Tekrar geri döndüğümüzde dükkanlar açılmaya başlamıştı. Berber, kasap, Yeni Cami (ama yıkık ve harap), hediyelik eşya dükkanları, antikacılar cadde boyu sıralanmış. Limana girdiğinizde denizden görünen Agias Therapontas kilisesine kadar ilerliyoruz. Bu kilisenin müthiş kubbesi Midilli silüetinin en önemli öğesidir.



Antikacı dükkanında bir akordiyon görüp çalmaya başlayan Tolga, caddedeki tüm insanları etrafımıza topluyor. Caddedeki dükkanlarından bazılarında Türkçe ilanlar var. Bu dükkanlardan birinden Sakız adasından gelme, sakız ve limon reçeli alıyoruz. ...”Ben küçükken, Kios’dan limon ve sakız reçeli gelirdi. En çok sevdiğim de annemin yeni fırından çıkardığı ekmeğin üzerine limon reçeli döküp yemekti”.












Akşam yemeği için caddenin bir sokağında bulunan Kaldirimi meyhanesi ile limanda bulunan Fenari tavernası arasında kalıyoruz. Sonunda Fenari tavernasında karar kılıyoruz. Tavernanın sahibi Türk olduğundan Türklere yüzde yirmi indirim yapıyor. Karides, ahtapot ızgara, Greek salad, fava, cacık söylüyoruz. Uzolarımız da geliyor.






Ahtapot yediklerimin en iyisi, en ucuzu ve en büyüğü. Karides harika. Ağzımda dans ediyorlar. Hem onlar hem ben mutluyum. Canlı müzik de var. Güzel bir final yapıyoruz... ”İki çocuğumuz oldu. Bir kız bir erkek. Leyla ve Halil. Zaman ada ile burası arasında akan deniz kadar hızlı ve unutkan”.








7.gün
Son gün yorgunluğumuzu, otelin plajında atmaya karar veriyoruz. Ama otelin 250 mt ilerisinde, denizin üzerine kurulan Wipe Out tarzı çok büyük bir su oyunları pisti, yorgunluğumuzun daha da artmasına neden oluyor.

Akşam Polichnitos’a gidip, spagetti ve ateşte çevrilen tavuk yiyoruz. Otelde Yiannis ve eşi ile vedalaşıp, odalarımıza toplanmaya ve uyumaya gidiyoruz.


Midilli doğası bakımıyla Türk topraklarından farkı yok. Tek fark insan. Tüm hafta boyunca ne denizde ne ormanda ne şehir merkezinde yere atılmış, bir izmarit, bir pet şişe görmedim. Kavga eden bir insan ya da bağıran kimse görmedim. Arada sadece on –on beş km var belki ama aslında dağlar kadar fark var. En azından bir haftalığına uzun yollar gitmeden, yanı başımızda bir medeniyet görebildik. İnsanların aslında hızlı yaşamaya değil yavaş yaşamaya ihtiyacı olduğunu gördük...



“Bir gün hem Leyla’ya hem Halil’e evin balkonundan Midilli’ye doğru bakarken, anamı, yayamı ve babamı anlattım. Nasıl geldiğimizi, neler yaşadığımızı...Ve eğer bir gün ölürsem, dalgalarla Küçükkuyu’dan Midilli’ye gidip geleceğimi anlattım; tüm özlenmişliklerimle...”.


26 Haziran 2011 Pazar

Kos-Rodos-Simi

Aylardır görmemişim mavi yüzünü ne göklerin ne denizin. Sensiz hayatın özünden yoksunum ben ey güneş. Gözlerimizi kaplayan gri bulutlara hayal etmemi sağladığı için şükran borçluyum belkide. Ama şimdi gerçeğe dönüşme vakti; sobeledim seni mevsimlerin efendisi yaz.



Geçirdiğim kışın onca yağmuru ile ıslanıp, aklımın derinliklerinde düşlediğim tatile büründüğümü kimseye söylemeden, dört arkadaş hazırlıklara başlamıştık. Bodrum ve aklı havada sevgilisi Kos; birbirine deli gibi aşık Datça ve Simi; yeldeğirmenlerinde zamanı öğüten yaşlı bilge Rodos. Tanışmak , tanıştığının orada biryerlerde olduğu bilincini verir insana. Ben, orada olduğu bilincinde olduğum Onikiadaların en ünlülerinden üçü ile tanışmaya gidiyordum. Ve onları unutmama yolculuğunda, daha yolun başındaydım...



İstanbul’dan bir acenta vasıtasıyla teknemizi ayarlayıp, vizelerimizi de aldık. Tekne tam pansiyon. Bodrum’dan bineceğiz. Teknenin fotoğraflarını görsek de, kamaralar merak konusu. Gerçi aklımda sürekli güvertede yatmak var, ama hayatımda hiç güvertede yatmadım ve sürekli güvertede yatmak mümkün olur mu bilmiyorum.




Yolculuğun her kilometresini yaşayabilmek için Bodrum’a araba ile gitmeye karar veriyoruz. Yenikapı’dan Bandırma feribotuna sabahın erken saatlerinde binip, öğlene doğru indiğimizde kendimizi Susurluk ayranı içip, tost yerken buluyoruz. Üstüne bir de dondurmalı tavuk göğsü yedikten sonra, akşamüstü Bafa Gölü’nde Hüseyin Amca’nın yılanbalığı ziyafeti için hazırız.



Saat 16:00 gibi Bafa’nın muhteşem coğrafyasına ulaştığımızda, gidiş yönünde solda, ilk görünen tesise giriyoruz. Burası yıllar önce İzmir-Bodrum bisiklet turu yaparken tanıştığım Hüseyin Amca’nın yeri. Sonra defalarca uğradığım bu salaş ama keyifli lokantada, göl kenarındaki masamıza kurulup önce soğuk biralarımızı söylüyoruz. Hemen salatamızı ve yılanbalığımızın siparişini verip, ay tanrıçası Selene’in, sevgilisi çoban Endimon’a yaktığı ağıtları dinliyoruz. Karşı dağlardan kaval sesleri geliyor gibi...


Bodrum’a varıp, teknemizi bulduğumuzda vakit geceye, bedenler uykuya kavuşmak üzere. Kamaralar fena değil. Her kamaranın tuvaleti var . Fakat ufak oluşu herkesi biraz tedirgin ediyor. Sonuçta bulunduğumuz bir gulet, bir otel odası değil. Zaten kimsenin kamarada vakit geçireceği yok. En fazla uyuyacağız. Bodrum’un lazer ışıkları, hareketli müzikleri, baştan çıkarıcı parfüm kokuları arasında, güvertede yatacağım yeri bulup, yastığımı koyup uzanıyorum. Gökyüzünde yıldızlar, yeryüzünde ben varım. Yarı uyur haldeyim. Bir hayalin başlangıcında rüyaya dalıyorum. İyi geceler…



Teknede 9 kişi var. Biz dört kişiyiz. Teknede bizim dışımızda yolcu olarak bulunan evli bir çiftle yol boyunca hatta tatil sonrası da çok iyi dost olduk. Fedai Kaptan ve tayfası toplam üç kişi. Kaptan limanda işlemlerimizi hallediyor ve ahçımız Erman, bize yolculuk boyunca yapacağı lezzetli yemeklerine muhteşem bir omletle başlıyor. Kos’a doğru yola çıkıyoruz. Bir saat kadar süren bir yolculuktan sonra Kos’a varıp, çevre turuna başlıyoruz. Kos, diğer adı ile İstanköy’de üçyüz yıl Türk hakimiyeti sürmüş. 1933’deki büyük depremden sonra çoğu bina yıkılmış. Bugünkü yerleşimler o kalıntıların üstüne kurulmuş. Yine de Osmanlı mimarisini çevrede kolaylıkla görebilirsiniz. Kos, gelmiş geçmiş en büyük hekim sayılan Hipokrat’ın memleketi. Adayı dolaşmak için motorsiklet kiralama isteğimiz, ehliyetimiz olmadığından başarısızlıkla sonuçlanınca, kendimizi sahile atmadan önce biraz çörek ve soğuk içecek alıp, Bodrum’a doğru kendimizi güneşe ve denize teslim ediyoruz. Dalga sesi ve kendi iç sesimizden başka bir ses yok. Kendim bile benle konuşmayı kesiyor…



Kos’un ara sokaklarına kendimizi vurup, camiler, kiliseler, bu kiliselerde gönüllü çalışan yaşlı teyzeler buluyoruz. Kos, Avrupa’nın genç nüfusundan aşırı talep alan bir ada. Bir sürü otel, pansiyon, hostel genç turist grupları ile dolu. Gece hayatı ise hoşlananlar için çok davetkar. Genç turist grupları bir bardan çıkıp diğerine giriyor ve gece onlar için böyle ilerlerken, biz biraz içtikten sonra teknemize çekiliyoruz. Güvertedeki yerimi alıp, yarın Simi (Osmanlıca ve Türkçe’de kullanılan adı Sömbeki) için yola çıkacağımız zamana yatıyorum.


Sabah erkenden teknenin motor sesine uyanıyorum. Hava aydınlanmış. Etrafıma bakınca, dün gece benle beraber güvertede uyuyanlardan bir bölümünün kamaralara kaçmış olduğunu görüyorum. "Mavilikleri yara yara ilerlemeye başlıyoruz" diyorum çünkü bugün dalgalar biraz heybetli. Mayışmış bir vaziyette Kos’un geride kalışını, uzaklardaki Türk topraklarını, ufku seyredip duruyorum. Hafif su serpintileri, diğerlerini de korkutup kamaralara kaçırınca, tekbaşınayım, denizdeyim. Kaptanla biraz sohbet ediyoruz. Denizci olur da maceraları olmaz mı? Teknedeki personelden biri de oğlu. Bir Datça denizcisi Fedai Kaptan.



Deniz duruldu ve herkes güverteye çıkıp kendine bir yer buldu. Kimi kitap okumaya, kimi tavla oynamaya, kimi de güneşlenmeye başladı. Ufukta görünen kara parçasına yaklaşmaya başladık. Simi’nin hemen yanındaki uydu adacığı Nimos ile arasındaki dar boğazdan geçip, koylardan birine demirliyoruz. Koyun girişindeki küçük kilise başka topraklarda olduğumuzu anlatıyor, küçük kırmızı kubbesi ile.



Teknenin en yükseğinden maviliklere atlamalar, kıyıya kadar yüzmeler, şnorkelle dalmalar, kıyıdaki plajda güneşlenmeler, herkes yapılabilecek herşeyi yapıyor. Hatta aramızdan bazıları yüzerken yerel halktan biri ile tanışıp Simi’de akşam Zülfü Livaneli konserini olduğunu, Ege’nin iki halkının aslında birbirinin dilini anlamadığı halde nasıl anlaşabileceğini ispatlarcasına gelip teknedekilere söyleyince herkesi bir coşku kaplıyor. Anlaşılan akşam Simi’de bir konserde olacağız.



Bu kadar hareket açlıkla sonuçlanınca, mutfaktan güzel kokular gelmeye başladı bile. Tüm ekip yemeğimizi yerken kaptan Simi’nin merkezine doğru gitmek için demir aldı. Burnu dönüp Simi’yi gördüğümde aşık oldum. Neo-klasik tarzda evler en fazla üç-dört katlı. Şirin küçük bir liman olan Simi’ye sarı hakim, güneş sarısı. Denizin mavisi, gökyüzü ile yarışıyor. Tepelerde ufak bir iki kilise göze çarpıyor, aşk kokuyor Simi. Denize, hayata, karşı cinse, Tanrı’ya…Kesinlikle aşk kokuyor bu ada.



Simi eskiden bayağı zengin bir adaymış. Bu zenginliğini süngere ve gemi yapımcılığına borçluymuş. Şimdi bu sektörlerin yerini turizm almış ama ada Rodos’a bağımlı. Turistler genelde Rodos üzerinden geliyor. Ayrıca su bulunmadığından, diğer ihtiyaç maddeleri gibi Rodos’tan alınıyor. Adadaki Panormiti koyu en çok gidilen yerlerinden biri Simi’nin. Bu koyda bulunan kilise Yunanlı denizcileri haç yeri. Hatta Yunanlı denizciler savaşa giderken buraya mutlaka uğrarmış.

Limana yanaşıyoruz. Kendimi alıp, sokaklarına dalıyorum. Limandaki saat kulesinin aksine insanlarda telaş yok, zaman kayıp. İnsanlar zamanı verip, kendilerini almış gibi. Ben de onlara uyup, sağ tarafa tepedeki kiliseye doğru ilerlemeye başlıyorum. Limanı yukarıdan gören bir konuma sahip ibadethanenin yanındaki ufak evin kapısından içeri kaçamak baktığımda, kilisede görevli yaşlı teyzelerin lokma tarzı bir hamur işi yaptıklarını gördüm. Büyük bir tencerenin içinde biri hamuru yoğuruyor, diğeri hamur parçalarını koparıp kızarttıkları tencereye atıyor, öbürü ise kızartılanları tencereden alıyordu. Biri beni görmüş olmalı ki yaptığı işi bırakıp kiliseye davet etti. Kilisenin içini gezdikten sonra bana yaptıkları hamurdan ikram etti. Lokma halinde kızarmış sade hamurun üzerine toz şeker atılmış. Birkaç tane yiyip, teşekkür ediyor ve limana doğru inişe geçiyorum.

Merkezdeki ara sokaklar dışındaki sokaklarda hiçkimse yok. Herhalde Akdeniz ve Ege’ye özgü siesta vakti. Bir yerlerden ayin sesi geliyor. Sesi takip ettiğimde yine bir kiliseye çıkarıyor beni. İçeri girdiğimde kandili sallayan pederden başka kimse yok. Herhalde vefat eden kimsesiz biri. Ben de oturup ayinin bir parçasını dinliyorum, son yolculuğunda birileri olsun yanında diye.

Tekneye dönüp diğerleri ile buluşuyorum. Akşam güzel bir lokantada kendimize bir balık ziyafeti çekmeliyiz. Sokak aralarında gördüğüm bir lokantayı öneriyorum. Mavi bir dükkan, beş-altı masa, orta yaşlı çiftin aile işletmesi. Sokak aralarındaki mutfaklar mutlak biçimde kendisini merkezde turistlere şaşalı biçimde pazarlayan mekanlardan daha iyi ürünü, daha az paraya, daha içten sunarlar. Dolayısı ile çok daha güzel bir yemeği çok daha ucuza ara sokaklarda bulabilirsiniz. Bu hem size yerel mutfağı tam anlamıyla tatmanızı sağlayacak ve paranızı cebinizde bırakacaktır. Öyle de oluyor. Egenin ortak mezelerinden tatları, adını bilmediğimiz sinarite benzer bir balığı ve uzoyu afiyetle yiyip, içiyoruz. Balık kilo ile satılıyor. Vitrinde istediğiniz balıktan ne kadar alacağınızı söylüyorsunuz, size fiyatını söylüyor ve seçtikleriniz mutfağa pişmeye gidiyor. Hafif çakırkeyif olarak öğlen sözü edilen konserin nerede olduğunu araştırmaya başlıyoruz. Limanın üst tarafında bir yerlerde olduğunu söyleyen insanlar var. Limanın üstünde bulunan, merdivenlerle ve dar sokaklarla ulaşılan kesime Korio deniyor. Yerel halkın ikamet ettiği yerleşim yeri burası. Giderken sadece iki tane olan taksilerden biri ile ulaşıyoruz buraya. Sonra ara sokaklarda oyun oynayan çocuklar rehberliğinde, labirent misali sokaklardan geçerek bir meydana geliyoruz. Masal gibi bir meydan burası. İplere dizili ampüller altında bir bayan vokalist ve üç kişiden oluşan bir grup şarkılar söylemekte. Beyaz plastik sandalyelerde halk onları dinliyor. Mahallenin gençleri köşede arkalarını bir ağaca yaslamış, diğer taraftaki genç kızlara bakışlar fırlatıyor. Çocuklar meydanın taşlarında oturmuş, çeşitli oyunlar oynuyor. Film sahnesi gibi. Kendimize bir sandalye bulup oturuyoruz. Şarkılar yabancı değil. İki yakanında tınıları bunlar. Zülfü Livaneli’nin değil ama onun şarkılarının söylendiği bir konser olduğunu anlamakta zorlanmıyoruz. E o kadarda yanlış anlama olacak deyip, konserin böyle olduğuna daha çok sevinmeye başlıyoruz. Sanki melekler şarkı söylüyor, biz cennet krallığındayız. Sandalyemde halkı seyrederken hafif bir uykuya dalıyorum. Arkadaşların dürtmesiyle uyanıp, ara sokaklardan limana doğru inmeye başlıyoruz. Ay ışığında limanı yukarıdan gören, hoş bir kafeye oturup “frappe” lerimizi yudumlarken, yarın buradan ayrılacak olmanın hüznü karışıyor mutluluğumuza…


Motorun sesine uyandığım o sabah ömrüm boyunca hafızamdan silinmeyecek Sarı binaları üzerinde bir sis var Simi’nin. Deniz ölü gibi. Süzülerek ayrılıyoruz masallar diyarından. Hedef ortaçağın en ünlü kentlerinden biri olan şövalyeler diyarı Rodos. Üşüyenler yine kamaralarına giriyor. Ben ise battaniyeyi üzerime çekip denizi, yanımızdan geçen tekneleri seyretmeye koyuluyorum. Sürekli denizde yol almanın ve geceleri üstü açık teknede yatmanın benzersiz tadının her saniyesinin keyfini çıkarıyorum. Bir ara bize eşlik eden yunuslarla beraber yol alıyoruz. Yaklaşık üç-dört saat sonra Rodos’un uzun sahilleri, lüks otelleri ve yeldeğirmenleri bizi karşılıyor. Bu dünyaya çok daha önce gelsek ve antik bir gemi ile amforalar taşısaydık bu ada kentine, bizi 30 metre yüksekliğindeki, dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Rodos Heykeli karşılayacaktı. Heykelin nasıl heybetli durabileceğini düşünürken Mandraki Limanı’ndan içeri sokulup, demirliyoruz. Güçlü bir kahvaltıdan sonra, limanın sağ ve sol yanındaki plajlardan vazgeçip, şehri tanımayı ertesi güne bırakıp, hep beraber bir minübüs kiralayıp, adanın Faliraki, Atantou, Tsampika, Faraklos gibi sahillerinin birer birer tadına bakıp, Lindos’a varıyoruz. Burası adanın en ünlü plajı. Akropolü ile de turistleri cezbediyor. Sokaklarında alışveriş yapabilir, huzurlu kafelerinde yemek yiyip, soğuk birşeyler içebilirsiniz. Plaj adanın belki de en güzel kumuna ve denizine sahip. Bütün gün denizde aylaklık edip, akşama doğru şehire dönüyoruz. Teknede yemeğimizi yedikten sonra, kısa bir tanışma turu atıyoruz sokaklarında Rodos’un. Sokrates Caddesi’nde uzun zaman geçirip, ilginç hediyelik eşyalara bakıyoruz. Şövalye kılıçları, zırhları, bayrakları…

Sabah erkenden kalkıp, şehri tanımaya adıyoruz günü. Surlarla çevrili eski kentin bir kapısından zaman tüneline giriyoruz. Nereye baksanız tarih. Birkaç müzeyi kapsayan bir bilet alıp sırası ile dolaşıyoruz. En son Şövalyeler Sokağı’ndan, Büyük Üstadlar Sarayı’na doğru çıkıyoruz. Bu ihtişamlı saraya yine kendisine yakışır sokaktan çıkılıyor. Bu sokakta şövalyelere ait binalar yer alıyor. Bu kadar zamana rağmen tüm binalar, surlar çok sağlam ve yeni gözüküyor. Restore edildiği belli ama orjinalini bilmesem de, hala tarih kokuyor. Sıcak bizi bezdirince ve kendimizi limanın sağ tarafındaki plajda buluyoruz. Kendimizi Ege ile Akdeniz’in birleştiği sınır sularına bırakıyoruz. Hatta sahilin açığındaki yaklaşık 20 metre uzunluğundaki kuleden denize atlamalar gerçekleştiriyorum dakikalarca…




Akşama doğru plajdan ayrılıp, küçük bir tren biçimindeki, şehir turu yapan araca biniyoruz. Vatmanımız motoru çalıştırıp, tura başlıyor, hem şehri tanıtıyor, hem aracı sürüyor. Bu arada şehirdeki her esnafla, balkonda oturan her Rodosluyla selamlaşıyor. Belli ki çok sevilen biri. Şehrin yüksek noktalarından birine çıkıp, manzarayı seyrediyoruz. Güney Ege sahillerimiz uzanmış ufka. Rodos’a gelen herkesin bu turu yapmasını hararetle öneririm.


Yine limanın sağ tarafında bulunan pastaneler, birçok tatlı, tuzlu çeşidiyle ve Nicos’un az ama içten Türkçesiyle bizi masalardan birine oturtturuyor. Yediğimiz her pasta enfes tadlara sahip.

Gece barlar sokağında oturup, geleni geçeni seyrediyoruz. Bir teknemiz olduğunu hatırlayıp limana dönüyoruz. Gruptan arkadaşımız, akordiyonunu çıkarıp çalmaya başlıyor. Şarkılar, şarkıları kovalarken, yandaki Alman bayraklı teknedekiler, Türk Marşı ile birlikte tekneden inip, sahilde oynamaya başlıyorlar. Halleri öyle komik ki; Türk Marşı eşliğinde garip hareketler yapan Almanlar.



Artık Türk karasularına dönüyoruz. Datça’nın ucundaki Knidos antik kentinin olduğu yere demirleyeceğimizi söylüyor kaptan. Bu kadim şehrin sularında koca bir gün, denize giriyor, her türlü atlayışı deniyor, kıyıya çıkıp, balıkçılarla konuşuyoruz. Kıyıda bir balık lokantası var ama tek yer olması ve neden olmadığını anlamadığım şekilde balık azlığından dolayı fiyatlar yüksek. Ahçımız Erman günboyu birşeyler pişirip duruyor. Balık tutma deneyimlermiz çok olumlu sonuçlanmayınca, kaptan zıpkını ile dalışa geçiyor ama nafile. Gece yine akordiyon ile herkesin gönlündeki şarkıları söylüyoruz. Bu arada karşıdaki teknenin tayfası, botla yanaşıp istekte bulunuyor; bir şişe de şampanya getiriyorlar.



Ertesi gün Bodrum koylarında deniz, kitap, uyku, denizyatağı aktiviteleri ile geçiyor. Gece kaptanın tekila partisinde herkes sarhoş oluyor ve sabah yine güvertede rüyaya daldığım yerde uyanıyorum…Gördüğüm rüyayı ise hiç unutmuyorum…