3 Mart 2025 Pazartesi

400'lük zımpara

 


Öğle yemeği yenilip, altılı ganyan koşuları yavaştan başlarken, bu seferde Naci abiye doğru yollanma hazırlıkları başlardı. "Naci'ye git. Doğan Usta'nın oğluyum de. 400'lük zımpara ve üstüpü al".

2020 Şubatında on yıllar sonra, nalbur Naci abinin dükkanına doğru yürümeye başladığımda, hiç hatırladığım gibi değil idi hava. Kan donduran değil, kanı kıpırtısız aktıran bir soğuk vardır, hani böyle ağır çekim, siyah beyaz filmlerde olur ya, öyle yani. Hatırladığım ise sıcak yaz öğlenleri idi. Çünkü okul tatil olmuş, tüm arkadaşlarım köye gitmiş, sonbahar dönüşünde beni imrendirecek anılar biriktirmekte idiler. Dedim ya, hava sıcaktı. Dükkandan Yenişehir'e doğru, beyaz Pinokyo bisikletimle giderdim. Öyle Pinokyo değil ey okur! Bir kere dinamolu farı ve arkasında bagajı vardı. Bu bisikleti Almanya'dan Sabri amca getirmişti. Sabri amcanın, sıkı dur, beyaz bir Ford Capri'si vardı. 980 yıllarında Türkiye'de Ford Capri nedir, onu şimdi anlamak mümkün değil de sen şu ramazan günlerinde, ocakbaşına gitmiş gibi düşün. Ama o da başka bir hikayenin konusu olsun, Naci abi kral adamdır, bölmeyelim.

Yenişehir'e giden, havanın sıcak olduğu yolda ilerlerken sanırım en çok düşündüğüm denize girmek olurdu. Naci abinin dükkanı gri idi ve Naci abi hep gri, dizlere kadar uzanan bir önlük giyerdi. İki cebi vardı, o zamanlar saçları siyahtı. 

Dükkanın içinde ahşaptan kutular, kutuların içinde çiviler, pullar. Yine ahşap raflara dizili neler neler. Ya o üstüpüler ! Üstüpü nedir bilen azdır sanırım.  Bir çocuğun cumartesi öğleden sonrası, bahşiş alması için gerekir mesela. Tertemiz bir üstüpü ile silersin teslim edilecek arabanın köşelerini. Küçük, narin, kısa dokunuşlarla, 980'lerde nasıl saf sevgi ile öperse bir ortaokul çocuğu begendiğı kızı öyle iste.

Dükkan yıkılmış, biraz ilerideki köftecinin yanına taşındığını bilmesem, orada kahrolur dönerdim. Devam ettim oraya park etmiş, dinamolu, bagajlı bisikletin yanından. Eczanenin önünden geçtim, Erol Amca göçmüştü bu dünyadan, kıçıma kaç iğne batırdığını saymadan.

Sonra..sonra girdim iste dükkana. Her zaman tembih edileni söyleyerek: "Doğan Torun'un oğluyum ben, 400 lük zımpara var mi Naci Abi"

 

Isin tuhaf tarafi artik babam Naci Abiyi tanimiyordu.


2 Mart 2025 Pazar

4 ekmek, pişkin olsun !

 


Çok önce idi. Ehliyet alacağım yaşa geldiğimde, tekerlekli ve vitesli arabaların ortadan  kalkmasından korkacak kadar önce idi.

Babamın oto kaporta boya dükkanı olmasından mı idi bu merak, yoksa klasik bir erkek çocuğu merakı mı idi bilemiyorum. Ama hepsinden öte içimdeki bitmek tükenmek bilmeyen yol sevdası idi sanırım. Ya çok hızlı giden vasıtalar olsa ve hatta bizim kullanmamıza gerek olmasa? Allah korusundu, yatarken küçük bir çocuğun bu konuda dua etmesi kadar endişe verici idi.

Dün akşam aklıma geldi, babam sanki dükkanda hiç cumartesileri güveç yapmazdı. Sanki hep hafta içi yapardı. Babam hafta içi genelde işçilere öğle yemeğini kendi yapardı. En kötü annem evde yapar ve ben alır getirirdim. Ama babam yaparsa, önce kollarını sıvar, ellerini beyaz el sabunu ile yıkar ve işe girişirdi. Kahverengi büyük güvecin içine büyük büyük doğrardı sebzeleri. Güveçte hep mutfak tezgahı gibi kullandığı, yola bakan cephedeki tezgahın üstündeki küçük  tüpte pişerdi.

Baba dedim anlatsana nasıl yapardın güveci? Yapardım işte diye geçiştirdi. Biraz zorladım. Önce et alırsın Muharrem'den dedi. Evet, et Muharrem amcadan alınırdı. Eti genelde kendisi gider alırdı, beni nadiren yollardı. Beni kesinlikle fırına yollardı. Hep ayni tonla ve hep aynı sözle. "Fırına git, dört pişkin ekmek al, Doğan Ustanın oğlu olduğunu söyle". Evet Doğan ustanın oğlu olduğunu söylemek zorundaydım. Nefret ederdim söylemekten ama hep söyledim. Neden mi ? Eğer ekmek pişkin olmazsa ve ben Doğan Ustanın oğlu olduğumu söylemezsem vay halime. Eğer söyler ve fırıncı pişkin ekmek vermezse vay fırıncının haline. Herkes görevini yaptı diye hatırlıyorum. Ekmek hep pişkindi.

Dükkana geri döndüğümde, yazıhanenin önündeki alçak masanın üstüne gazete kağıdı serilmiş, dört bir tarafına Billur Tuz poşetinden tuz dökülmüş, kaşıklar konmuş (çatal olmazdı çünkü güveç kaşıkla yenirdi), bazen de dörde bölünmüş soğanlar ilave edilmiş olurdu. Ekmek gelince elini beyaz sabunla yıkamış ustalardan biri ekmekleri bölerdi elleri ile. Ortalık  boya öncesi macunu zımparalayan boyacı ustasının üstüne sinen koku, pişkin ekmek, beyaz sabun  ve güveç kokusu ile dolardı...


24 Şubat 2025 Pazartesi

Hidayet Amca & Muhtar Bekir & Joe

 


50 yaşımı geçtiğim coğrafyamın bu meridyeninde, günler daha kısa geceler daha mı uzun, geceler daha kısa günler daha mı uzun olur bilemem. Yılın kaç günü yağış alır, ne kadar güneş ışığı görürüz onu da bilemem. İşin aslı bu meridyenlere gelince bir şey bilmenin çok da önemi yok. Yani sana bu meridyenlerden bir şey anlatamayacağım. Ama sana çok iyi hatırladığım başka bir şey anlatayım.

Muhtar Bekir, Bostan mahallesinin çok uzun yıllar muhtarıydı. Bana kalırsa tek muhtar o idi. Sadece Bostan mahallesinin değil, tüm mahallelerin. Babamın dükkanına bitişik, küçük bir labirenti andıran muhtarlığa onca yıl bir şey talep etmek için gelen mahalleliyi hiç görmemiştim. Muhtar Bekir ne yapardı, nasıl seçilirdi, bu kadar sevilir miydi diye sorma. Muhtar Bekir ezelden beri muhtar idi. Seçilmesi ya da bir iş yapması gerekmezdi. Muhtar Bekir'in küçük labirentlerinden sonra ulaşılan yazıhanesinde - sanma ki kocaman bir yerdi. Sadece ben o zaman 6-7 yaşlarındaydım- kocaman kahverengi deri kaplı ama bazı yerleri parçalanmış döner koltuğunda uyuması meşhurdu. Uyuduğunu zaten tüm mahalleye gündüz horlamalarıyla duyururdu. E o vakitte kimse girip onu uyandırmaya cesaret edemezdi. Hadi diyelim ki bir kendini bilmez geldi ve adımını attı içeri. Küçük koridorda Joe yakalardı ki onu. Joe'nun acıması da yoktu. Öyle havlayım kaçsın falan. Her şeyin dobra olduğu bir dönemden bahsediyorum burada. Joe paçasından güzel bir ısırık alırdı. O ısırığı gösterirsen senin ikametinin Bostan mahallesi olduğunu anlaşılırdı. Al sana ikametgah. Hem de parasız.

Sonra, sonra ne yapar mıydı Muhtar Bekir? Muhtar Bekir'in yanında hep kilitçi çalışırdı. Bizim dükkan kaporta boya, Hidayet Amca motor. Kilitçi aranan bir hizmetti. Böylece Küçükodalar  sokakta bir arabanın bir çok şeyi halledilirdi. Bekir Amca -buradan sonra Muhtar Bekir'e Bekir Amca diyeceğim- anlaşılması zor bir adam değildi, o yüzden ben yanında çalıştırdığı iki usta hatırlarım. Kilitçi Erol ve Kilitçi Mehmet. Şimdi o zamanlarda ve bizim o küçük dünyamızda isimler yaptıkları işler ile anılırdı. Bazılarının unvanları ustalıklarının önüne de zaman zaman geçerdi. Mesela babam çok iyi bir boyacı ustasıydı. Genelde Doğan Usta diye anılır ama babamın deliliklerini gördükten sonra insanların aralarında Deli Doğan diye konuşanlar olduğu bilinir. 

Bekir Amcanın yanında ise Hidayet Amcanın vosvos tamirhanesi vardı. Hidayet Amca Antalyalı, renkli gözlü, sakin , hatırladığım hep beyaz VW Type 3'ü kullanırdı. Yanında da İbrahim Usta çalışırdı. İbrahim Usta da Hidayet Amca gibi sakin, gözlerini sürekli kırpan, kendini işine adamış bir adamdı. Hatta Hidayet Amca yıllar sonra dükkanı ona devredip bu diyarlardan çekip gitmişti. Dükkanın içinde bir asma katta yazıhaneleri vardı. O zamanlarda dükkanlarda, dükkanın içinden merdivenle çıkılan yazıhaneler vardı. Hem tüm dükkanı gözlemleyebileceğiniz hem patronun dinleneceği, ısınacağı , hesap kitap işleri ve müşteri ile pazarlıkların yapıldığı yerler. Bizim dükkanda da vardı ama bizim yazıhane arkada boyahanenin içinde geride kaldığı için babam dükkanın girişinde zemin katta yeni bir yer yapmıştı. Bu yazıhanelerde ya da çoğunlukla ustaların giyindiği yerlerde çıplak kadın posterleri olurdu. Öylesine, normal bir şeymiş gibi, Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray posteri gibi. Böyle ufak tefek detaylar benim ufak tefek zihnimde yer etmişti. Hatta şöyle donakalmış bir fotoğraf da var. Turuncu ya da kırmızı bir 1302 VW. Motor kaputu açık. Altta yatma tahtası. Yatma tahtasını geçiştirme bak. Bir şeyi iyice mikro incelemek, anlatmak için ateşten halüsinasyonlar gören bir beyin düşün. Nasıl da küçük detaylar büyür ve çıkamazsın o döngüden. Öyle düşün. O yatma tahtaları genellikle küçük tahtaların birleştirilmesinden oluşan bir adam boyu ve bir adam eninde tahtalardı. Arabaların altına yatıp, tamir ederken kullanılırdı. Bazen bir boyacı ustası, gelip boya tabancası ile bir fıs atar bir yerine. Kaportacı adını kazır. Motordan damlayan yağ çıkmaz leke kalır. Dükkanın bir duvarına yaslanmış yatma tahtaları. Gelir biri çay bardağını koyacak başka yer yokmuş gibi, köşesine iliştirir. Düşeceğinden endişe etmez. Çırak küçük bıçağı ile çentikler atar. Yatma tahtası bütün bunları sinesine çeker. Gelir biri onu aracın altına atar, üstüne yattığında bütün bunların acısını çıkarmaz, yerine tekrar geçeceği zamanı bekler. Ha bazen çırak yatma tahtasını yerine de bırakmaz, sulu bir yere atar. Yatma tahtası yine laf etmez. Ama yatma tahtasını  kıymetini bilen büyük usta, patron gelip de bunun hesabını sorunca, işte o zaman yatma tahtası bir zamanlar ağaç olduğu günleri anımsar. 

Ne demiştik turuncu ya da kırmızı 1302. Motor kaputu açık. Altında yatma tahtası. İbrahim Usta gözlerini kırpa kırpa Hidayet Amca'ya anlatıyor. Hidayet Amca'nın elleri belinde. O sırada Muhtar Bekir uyumaya başladığını haber veriyor horlaması ile. Joe nöbetin başladığını anlıyor. Kilitçi Mehmet'in küçük yaramaz oğlu, sıcaktan o kadar bunalmış ki hortumla sokakta kendini ıslatıyor. Ben mi? Babam fırına ekmek almaya gönderiyor. "Beni Doğan Usta gönderdi de, 4 tane pişkin ekmek versin". 


Not: Sevgili Bekir Amca, babam, muhtemelen onlara eşlik etmiş olan Hidayet Amca'nın güzel ruhlarına selam ederim...

16 Şubat 2025 Pazar

Tayland - Japonya Seyahati - Bölüm 2

 


Arada Skyscanner programını kontrol ederim. Ucuz uçak biletini oradan yakaladım. Bileti de GotoGate'den aldım. Havayolları şirketi de Ethiad idi. Abu Dabi'den aktarmalı uçacaktım. Sabah 07.30 gibi İstanbul'dan havalanıp, gece 00.00 civarında Bangkok'a inecektim. Tayland Türkiye'den 4 saat ileride. Aslında arada çok daha fazla saat farkı varmış gibi geliyor. Uçağın gece inecek olması tercih edeceğim bir durum değil ama biletin ucuzluğunun nedenlerinden biri bu. Uçak İstanbul'dan 1.5 saat rötarlı kalkmasına rağmen 00.30 gibi Bangkok Suvarnabhumi havaalanına indim. Bangkok'ta iki havaalanı var. Yurtdışı uçuşlar için genelde Suvarnabhumi kullanılırken, Asya ülkeleri ve ülke içinde genelde Don Mueang kullanılıyor. Tayland Türklere 90 gün vize uygulamıyor. Elinizi kolunuza sallayarak gelip girebiliyorsunuz. 

Gece 00.00'dan sonra toplu ulaşım olmadığından, Asya'nın harika uygulaması Grab ile taksi çağırdım. Uygulama çok kolay ve güvenilir. Teknoloji kullanmakta çok becerikli olmamama rağmen zorluk yaşamadım. Üstelik Tayca ya da İngilizce bilmenize de gerek yok. Uygulama da çeviri özelliği de var. Havaalanında az bir döviz çevirdim. Kurlar hali ile havaalanında daha düşük. Şehir merkezinde hem döviz bozduracağım hem de bir Tayland telefon hattı alacağım. Aracıma biniyor ve Bangkok'un sıcak gecesinde meraklı gözler ve heyecanlı kalbimle el ele tutuşup otele doğru hızlıca gidiyoruz. Asya ilk güzel sürprizini başlar başlamaz veriyor. Bugün, yani 5 Aralık Kral'ın Günü imiş. 2016'da ölen ve ülkesine 70 yıl krallık yapan, halkı tarafından çok sevilen Kral Bhumibol'un doğum günü. Ayrıca bugün Tayland'da babalar günü olarak da kutlanıyor. Ülkede törenler, kutlamalar yapılırken, sokaklarda bedava yemek , içecek, ücretsiz yollar babadan çocuklarına aktarılıyor.

Otelime vardığımda, Bangkok için bile geç bir saat olmuştu. Odama çıktığımda müthiş mutluluk kapladı içimi. Bütün seyahatim boyunca kaldığım en iyi en büyük oteldi. Standart bir otel odasının 4 katı büyüklüğünde, nerede ise bir oda büyüklüğünde balkon...Gece balkondan gelen bugüne kadar hissetmediğim kokular, sesler. Bunu kesinlikle anlatmaya kelimeler yetmez. Özellikle kokular beni o kadar benden aldı ki o kadar uykum olmasına ve yorgun olmama rağmen uzun müddet uyuyamadım. İlk geceden sonra bir daha o kokuyu hissedemedim. Çünkü alışmıştım. Artık uyuyup ertesi gün kahvaltı için o uçsuz bucaksız, yıllardır beklediğim, özlemle izlediğim, yemesem de tatlarını damağımda hissettiğim yiyecekler dünyasına adım atmalıydım.

15 Şubat 2025 Cumartesi

Tayland - Japonya Seyahati - Bölüm 1

 



Kendimi bildim bileli coğrafyaya, haritalara, bilmediğim şehirlere olan merakım sönmedi. Bu küçük ama hiç sönmeyen ateşi kendi mümkünlerimle, ona bazen kısa bazen uzun seyahatler vererek canlı tuttum. Yine de daha büyüyebilecek bir ateş olması için kendimi aşan seyahatlere imkanım yetmedi demeyeceğim, çünkü buradan bakınca asıl nedenin korku olduğunu anladım. Hayatı kendi çizdiğimiz çerçevelerle sınırlıyoruz. Tabi ki şartlar ağır ve düşünmek zorunda olduğumuz konular var. Ama işte öyle görünmez bir çizgi ki bu, anlatmaya kelimeler yetmez. Sadece hem okura hem kendime tekrar bir not olarak diyebilirim ki, tüm olanların, zorluklarının sınırını düşünmeden de "hayal et", bakalım neler çıkacak? Yanlış anlaşılmasın, herkes her şeyi yapabilir gibi bir zırvadan bahsetmiyorum. Hayat tercihlerimizle ilerlediğimiz bir yol. Seçtiğimiz yollar bizi başka yollara götürüyor. Bu tercihleri yaparken neyi gerçekten istediğimizi daha iyi düşünebiliriz belki. Mesela, ben kirada bir evde oturuyorum. Evi kapasam ve kiramı ayda bir müddet seyahate harcasam, geri kalan zamanımı da köydeki kulübemde geçirsem olmaz mı diye düşünmüyor değilim. İşte bu bir tercih. Seyahat mi yoksa barınma güvenliği ve konfor mu? Bunu her birey kendi dünyasında sorgulayabilir. Kiminin tercihleri daha zor kiminin ki daha kolay. Unutulmamalı ki her insanın derdi de kendine büyük. 

İşte trenin vagonları gibi bir duraktan diğerine giderken zihnimdeki düşünceler, yıllardır ertelediğim, o kadar uzağa gitmeye cesaret edemediğim, bütçesinden korkup, harcamak istemediğim Uzakdoğu seyahati istasyonuna tekrar geldi. Ve tüm engellerden sıyrılıp, önüme bir de gerçekten uygun aktarmalı  Bangkok uçak bileti düşünce uzun süreli bir yolculuk için daha iyi bir zaman olamaz deyip bileti aldım. Canım anneme buradan bir teşekkür etmek isterim, o nedenini bilir:) Çok da kısa bir vadeye gidişimi aldım ki caymayayım diye çünkü zamanın birinde, bir Bangkok bileti alıp gitmek zor geldiği için bileti yakmışlığım da vardır. Tam 25 günlük bir yolculuk olacaktı. Hayatımın en uzun yolculuğu.  Ruhsal olarak bir değişime yol açacak mı merak etmiyor da değildim. Neler olacaktı? Dünyanın bir ucu. Tamamen yabancı bir kültür. Kimlerle karşılaşacaktım? Hayatımın tam da temelinden değiştiği 49. yaşımın son zamanlarında beni nasıl etkileyecekti? Üstelik sadece bir sırt çantası ile yola çıkacaktım. Aktarmalı olduğu ve Bangkok'tan sonra başka ülkelere de seyahat planladığım için özgür olmak istiyordum. Ani bir karar verdiğim için bir seyahat planın yapmamıştım. Bangkok'tan sonra Chiang-Mai, Phuket tarafı, Malezya üzerinden Singapur ve Endonezya'yı kaba taslak düşünüyordum. Fakat daha sonra yine ani bir kararla Bangkok-Chiang-Mai-Phuket ve Japonya olarak planı değiştirdim. Bu değişikliğin sebebi, Japonya dışındaki diğer ülkelerin yaklaşık benzer kültürler olması ve Japonya'yı çok merak etmem idi. Böylelikle ana hatları belirli olan planımla Aralık başında, yağmurlu bir şafak öncesi, soğuk iklime yavaş yavaş veda ederek Kadıköy'den otobüse binerek havalimanına doğru yola çıktım...

7 Şubat 2025 Cuma

Beni Hiç Bir Zaman Anlayamayacaksın !

 


    Elektrikli ısıtıcının yaydığı ısı yukarıya yayılırken, baktığım yerden hayali bir dünya oluşuyor. Aylardan yılın en karanlık, en dipsiz kuyusu olan Şubat. Ne rastlantı ise doğum günüm de bu ay. Soğuk, ısıtıcının yaydığı sıcağı bile dünyadan uzaklaştırmak ister gibi yukarıya doğru itiyor. Tek başıma yağmurun altında yürüdüğüm sokaklar boyunca kaldırımların ıssızlığı ve su birikintilerinden geçerken ne kadar ıslandığım da umurumda değil. Bazen yapacak en iyi şey hiçbir şey yapmamaktır ki bunu anlayabilene kadar  bayağı hırpalanmış, su birikintilerinden hızlıca geçen arabalar ıslatmış ve sokakların soğuğu bizi yataklara düşürmüş olabilir.

      Karanlık gecenin arifesinde, kediler hatırladığı en kuytu köşelerine tekrar dönerken, seni ıslatan araba belki bir kırmızı ışıkta takılı kalmışken, olanları anlatacak birinin olmasını hep istemedin mi? Girdiğimiz onca sınavda sorulan "boşlukları" doldurduğun kelimeleri, senin yerine tamamlayacak, ağzından yanlışlıkla çıkan kelimeleri, ruhunu bilerek, yılın en soğuk zamanında elini elinin üstüne koyarak seni anladığını gözlerinden anlayacağın insanı beklemedin mi?

         Senin cevabını beklemeyeceğim sevgili okur. Çünkü sen de beni hiç bir zaman anlamayacaksın. Hayat kocaman bir "kulaktan kulağa" oyunu. Ağzımızdan çıktığında kelimeler ve cümleler, ortalıkta özgür, oradan oraya uçuşan anlamlar oluyor. Kim hangi anlamı yakalarsa onu alıyor kendine. Kendim bile kendime ne olduğunu anlatamazken, kimden neyi bekliyorum? Bunu beklemek, yılın en karanlık, en dipsiz kuyusu olan Şubatta, dışarıda ısıtıcıdan yayılan ısının, göğe doğru değil, ayaklarını ısıtmasını beklemektir. Ve bazen hiçbir şey yapmamak gerekir. Kimsenin seni anlamasını beklememek gibi.

       

28 Ocak 2025 Salı

İtiraz edenler olsa da / Bazı şeyler kısmettir.

 


Çocuk iken bir kaset vardı. Üzerinde mavi çizgiler olan arka fonu beyaz kaset. O kaseti döndüre döndüre, babamın getirdiği konsollu araba teybinde dinlerdim. Bir şey anlamazdım İngilizce idi. İngilizce, İngiltere'den bile uzaktı o zamanlar. Kendi İngilizcemle söylerdim sözlerini. O konsollu araba teybi de çalıntı imiş iyi mi? Babama satan adam bir arabadan çalmış. Teybi bizden geri aldıkları son ana kadar dinledim. Dinlediğim sıralar babamı da biraz karakolda sorguladılar sanırım. Adamın suçu yok tabi ama ben o sürede kaseti 1-2 kez daha dinlemişimdir.

Sonra hep bir kenarlarda saklandı o kaset. Ben de saklanmasında emek sarfettim. Hatta sana şöyle söyleyeyim. Lise de Heavy Metal dinlemeye başladığımda ve bu sefer çalıntı olmayan, kayıt bile edebilen bir teybimiz olduğunda, o mavi çizgili kaset üzerine bir şey kaydedilmeden o dönemi atlatmıştı. Gençlik yıllarımda merak ettim tabi bu kasette çalan şarkıların kime ait olduğunu. O zamanlar teknoloji müsait olmadığından kolay olmadı bulmak. En sonunda şarkıların Eddy Grant'e ait olduğu anlaşıldı.

Şimdi aklımın farklı taraflarında farklı düşüncelere tezahürat yapan adamlar, bir fikir üzerinde en sonunda mutabık kalıp kesinlikle "bazı şeyler kısmettir" diye hep bir ağızdan bağırmaya başladıklarında kulaklığımda Eddy Grant çalıyordu. Ta çocukluğumun ufuk çizgisinde görülebilen en uzak noktalarında çalan Eddy Grant. Yani bazı şeyler kısmetti. Ya da kaderdi. Onca itiraz eden olur, olacaktır. Bana da çok dediler, kendi içimde bölündüm sorguladım. Geldiğim Eddy Grant noktasında polisler de babamın bir suçu olmadığını anladıkları gibi ben de kesinlikle bazı şeylerin kısmet oldugunu anladim.

Balık tutanlar iyi bilir kısmeti. Bazen balığa gidersin, sağ yanındaki, sol yanındakiler balıkları çeker dururlar. Onların iğnelerinden takarsın, aynı derinliğe salarsın, dua edersin, sağ ayağını kaldırır, en olumlusundan pozitifinden düşünürsün. O balık sana gelmez. Yan taraftakiler çekmeye devam eder. İşte o an artık ben zorlamayacağım, seni bilmem. Gider eve mi yatarım, yaz ise şortumu giyer denize mi girerim. Yok yok, kulaklığımı takar Eddy Grant dinlerim. Çünkü her şeyi yapabileceğimizi , kendimizi geliştirmemiz gerektiğini söyleyen her zırvadan sıkıldım. Sıkıldım, elimden gelen her şeyi yaptığıma inanmayanlardan. O yüzden "bazı şeyler kısmettir".


11 Ocak 2025 Cumartesi

8 Günde 8 Antik Şehir - Bölüm 5


Akıp gidiyor işte. Çoğu zaman reddedip yüzmeye çalışıyorsun tersine. Oysa kendini bırakmak çok zevkli ve kolay. Uymuyor bazen, istemiyorsun öyle akmak. Gücün bu kadar. Değiştiremezsin ki. Bırakınca kendini kuşları duyuyorsun, suyun sesini. Doğan güneşi görüyorsun. Bazen kafanı daldırıp serinliyorsun. Kabul ediyorsun. Kabul etmek, boyun eğmek. Suyun akışı nereye ise oraya gitmek, hatta taş koymamak önüne. Bugünlerde sık kullandığım bir tabir ve uygulamaya çalıştığım. Olanları akışına bırakıp tersine uğraşmamak. Neden biliyor musun? Kuşlar çok güzel ötüyor, su serin, güneşin şavkı vuruyor üstüne. 

Azmak nehrine gitmek, orada kendimi suya bırakmak hayallerimden biri idi. Ne mutlu bana diyorum şu cümleyi yazarken. Çünkü fark ettim ki, bayağı kuruyorum bu cümleyi. "Hayallerimden biri idi ve yaptım". Çok şükür. Önce boyunca bir yürüdüm Azmak'ın. Hava soğuk, kimse yok. Su bilinmez derin mi? Hatta yılanlar var görüyorum. Sonra bir bakıyorum, güneş öyle güzel vurmuş ki bir köşeye, girmesen olmaz. Havlumu ve terliklerimi giyip, kendimi suya bırakıyorum. Bir kaç kez. Üşümüyorum da. Bırakmak çok keyifli. Küçük kahkahalar atıyorum bazen. Kimse yok kimse de umurumda değil. Bir çift daha ileriden bırakıyor kendilerini. Ne güzel kayıyorlar, yüzlerinde gülümseme. Sabah güzel, sabah hayatı uyandıran. Çıkıp güneşte ısınıyorum, bir daha giriyorum, bir daha...

Toparlanıp otelden çıkıyorum. Akyaka çıkışında bir yerlerde bir fırın görüyorum haritada. Öyle lezzetli bir sabah. Menemen, poğaça, kararında demli çay, güler yüzlü dükkan sahipleri. Hayat işte akıtıyor seni. Çine'de yorgun, sinirli bir akşamdan bir hayalin güzellemesine...

Buradan artık kuzeye döneyim diyorum. Bafa'ya, bir diğer memleketime doğru yollanayım. Yolda beni alıkoyup bir çay, bir selam verecek, hoş geldin bekledik seni diyecek çok yer var. Elbet tutacaklar beni. Stratokenia'da onlardan biri. Girip dolaşıyorum bu eski dostu bir kez daha. Bu sefer kazılar var, çoğu yer kapalı. Tiyatro tarafı mesela. Yine akıntı beni başka bir yere sürüklüyor. Otoparkın kenarında bir şeyler satan bir teyze ile girerken selamlaşmıştık. Çıkarken de selamlaşıyoruz ama yanıma geliyor. Seni bir yerden tanıyor muyum diyor, anlatıyor, acı biber reçeli falan derken dükkanın önünde teyze, kardeşi, şehrin ahşap ve taş restoratörleri ile bir sohbette buluyorum kendimi. Demli bir çay yine ağırlıyor beni.


Yolda olmak, bir yeri bırakıp başka bir yere yol almak. Devam ediyorum. Laodekia uzun süredir aklımda idi. Bafa'dan önce biraz da onda vakit geçirmek istedim. Yine sessiz, sadece kazı ekibi. Kendime bir kuytu bulup puromu yaktım. Eski şehir sakinleri beni seyrettiler, ben de onları.


Arabadan sandalyemi indirip, çay demledim ve şehri ve doğayı seyretmeye başladım. Kazı işçileri paydos edip yola koyulduklarında çaydan ikram ettim. Evlerine doğru yola koyulduklarında ben de toparlanıp Laodekia'ya veda edip iki gece kalacağım Bafa Kapıkırı'ya doğru ilerlemeye başladım.

Bafa beni yine güzelliklerle karşıladı. Gün batımında flamingoları seyretmek herkese kısmet olmazdı.



Kapıkırı'nda sevgili Orhan abimin Agora Pansiyonu'nun bahçesinde arabada iki gece konakladım. Beraber yedik içtik ve rahat iki gece geçirdim. Bir gün Latmos'un zirvelerine doğru yola çıktım. Yazıktır ki doğayı mahveden ve rehabilitasyon için bir şey yapmayan madenleri görmemek mümkün değil. Alinda antik kentine ulaşıp, kendi haline bırakılmış ovayı seyreden sıra dışı bu antik kentin tiyatrosunda güzel zamanlar geçirdim.


İkindi vakti Bafa'nın sessiz koylarından birine çekilip bagajda güzel bir uyku çektim. Yosun kokularını yanıma getiren esinti ile beraber yolculuğun son paragrafını yazmış olduk. İstanbul'a dönüş yolunda bir pideli paça daha yemeden dönmek olmazdı. İki bin kilometreyi geçen, sekiz gün ve sekiz antik şehirden oluşan bu tadı damağımdan silinmeyecek seyahat baş taçlarımdan biri olarak ömrüme yazılmış oldu.



7 Ocak 2025 Salı

8 Günde 8 Antik Şehir - Bölüm 4

 

Sabah ezanına tamamen uyanmıştım. Aslında bir vakit önce dışarıdan gelen yaşlı ayakların seslerine gözlerim aralanmıştı. Sabah ezanı öncesinde camiye gelen yaşlılar, arabanın içinde benim uyuduğumu nereden bilsinler. Geçip gittiler. Sonra hoca "Allahu ekber" diye seslendi. Kapıyı açtığımda, dağdan gelen serin hava kucakladı. 

- Seni bir yerden tanıyorum ama çıkaramıyorum, yine de sarılmak istedim.

- Ben de sana yabancı değilim. Belki Bizanslı bir komutan iken tüm gece çadırın etrafında dönüp sabaha yorgun düştüğünde seni görmüşümdür ovada. Ya da sıcağın ortasında, tiyatronun basamaklarını tamir eden Lidyalı bir işçi iken aman vermişindir durup dururken esip.

Çok uzatmadan ayakkabılarımı giyip tuvalete gittim. Ne iyi oldu şöyle yakında tuvalet. Arabada ilk gecem gayet memnun geçti. Yüzümü de yıkayıp geri geldim. Arabayı toparladım. Saat erken. Kahvaltıyı Ödemiş'te yapar devam ederim diye düşündüm. Töngül pidenin mucidi olan dükkana ilk müşteri olarak girdim. Amca vefat etmiş. Sanırım kızı işletmeyi sürdürüyor. Pidenin lezzetinde bir kayıp yok ama dükkanın ruhu eskisi gibi değil. Ne eskisi gibi ki zaten. Damağım memnun, midem memnun. Daha ne olsun.


Dün varmaya çalıştığım ama varamadığım Nysa'ya doğru yola çıkıyorum. Köyler, dağlar , manzaralar. Tek yolculuklarımda çok konuşurum kendimle. O anlatıyor ben dinliyorum. Ben anlatıyorum o bazen manzaraya dalıyor bazen de uyuyakalıyor. Ses etmiyorum. Tanıdığım için kıyak geçiyorum.


Nysa'ya varmadan önce coğrafyanın kaderi pidelerden yiyorum ve Nysa'dan içeri kıvrılıyorum. Ne büyük ne kendi halinde ne ıssız. Tam da aradığım gibi. Antik şehirlerde çoğu zaman bir taş, bir duvar, bir bina beni çeker ve vaktimin çoğunu orada geçmişi ve rüzgarı dinleyerek geçiririm. Daha doğrusu çoğunlukla rüzgar taşır sesleri, anıları. Bu seferde bir Bouleterion yani meclis binası alıkoydu beni. Sanırım iki saat dinledim, dinlendim. Nysa derseniz benim aklımda meclis binası var bilesiniz.


Keşke devam edebilseydim kalmaya. Akşam yaklaşıyor. Bu sefer nerede kalacağız bakalım. Aklımda Çine'de belediyenin işlettiği kamping var. Yorumlar gayet güzel. Bayağı bir yol gidip kampa giriyorum. Efendim kampta ya çadırda ya karavanda kalabilirmişsiniz ama arabada kalamazmışsınız. Bu saçma sapan uygulama sinirimi zıplatıyor. Arabada çadırda olmasına rağmen sebebi sunulamayan böyle bir zihniyette yerde kalmak istemiyorum. Çine'den hızla uzaklaşıyorum. Nerede kalacağımı da bilemiyorum. Akşam çökmek üzere hatta çöktü. Kamping alanlarının çoğu kapalı. Ben de artık iyice yorulduğumdan Akyaka'ya gidip bir pansiyona atıyorum kendimi. Azmak'ın kenarındayım tesadüfen. Hadi bakalım:)




17 Kasım 2024 Pazar

8 Günde 8 Antik Şehir - Bölüm 3

 


Bugün Elif'i İstanbul'a yolcu edeceğim. Denizli'den İstanbul'a otobüs yolculuğu 4 saat fazla gözüktüğü için sabah yola çıkıp, Akhisar Otogarı'ndan binecek, ben yoluma devam edeceğim.

Sabah Pamukkale'den balonlar eşliğinde günü selamladık. Gün doğumu sırasında gökyüzündeki balonlar harika bir manzara sunuyor. Burada Kapadokya'nın yarı fiyatına bu macerayı yaşayabilirsiniz.

Yaklaşık 1-1,5 saat sonra Akhisar Otogarı'na girdik ve zamanında gelen otobüse bavulu koyarken, bir beyefendi bana Bilal Kısa'yı tanıyıp tanımadığımı sordu. Tanımadığımı söyleyince, internetten bir bakmamı, çok benzediğimi söyledi. O sırada bavulu yerleştirdik ve internetten baktık. Bilal Kısa eski bir futbolcu imiş. Akhisar'da oynadıktan sonra GS ve FB'de oynamış. Pek bana benzetemedik. Elif'i uğurlamak için otobüs  yanında beklerken beni Bilal Kısa'ya benzeten adını sonradan öğrendiğim Harun abi orada eşi ile duruyordu. Bakıp bakmadığımı sordu. Ben de gülümseyerek baktığımı söyledim. Benim kendimi pek benzetememiş olabileceğimi ama kendisinin Bilal ile çok vakit geçirdiğinden tavırlarımı benzettiğini söyledi. Futbolcu olup olmadığını sorduğumda, o dönemin kulüp başkanı olduğunu öğrendim. Akhisar'da ne yapacağımı sorduğunda, meşhur pideli paçadan yiyip, Nysa antik kentine doğru yola çıkacağımı söyledim. Otobüs kalktıktan sonra arabasının peşinden gelmemi, bana tarif edeceğini iletti. Elif'in otobüsünü uğurladıktan sonra Akhisar çarşıya doğru yola çıktık. Yer olmayan otoparka beni almalarını söyledi. Arabadan indiğimizde paçacıyı arayıp, bir misafirinin geleceğini, ilgilenmelerini istedi. Karşı taraf nasıl tanıyacağız dediğinde, "Bilal Kısa geliyor, tanırsınız dedi" :) Çorbayı içtikten sonra yanına gitmemi ve çay içmemizi rica etti.

Orta Ege kasabalarını severim. Hala esnaflık, samimiyet, eski gelenek ve görenekleri bulabilirsiniz. Akhisar'da da bu durum baki. Esnaf dükkanlarının arasında Karakazan Paçacısı'nı bulup dükkana girdiğimde, "Bilal abi hoş geldin" ile karşılanınca ben de iyice havaya girdim. Gelen ortaya esaslı bir kafa çakıp sokakta güzel bir masaya oturdum ve torpilli pideli paçam geldi. Bittikçe de takviye ettiler sağ olsunlar. Pideli paça efsane bir lezzet. Tabağın altında o yumuşacık pideler, üzerine tepeleme kelle eti ve bence alameti farikası beyin ezmesi. Tabaktan dökülen paça suyu ile birlikte önünüze geliyor. Bolca talep var ki kesinlikle olmalı. Dükkanın sahibi Tayfun masama geldi ve bu güzel insanla sohbet etme imkanını buldum. Bana da "Bilal abi" diye hitap etti hep:) Para da almadan beni uğurladı. Allah kazancını daim etsin. Sonra karnım tok Harun abinin dükkanının yolunu tuttum. Kasabanın gıda toptancısı Harun abi. Beni buyur etti ve çaycıyı çağırdı. Çaycı demesin mi: " Abi Bilal Kısa'ya ne kadar benziyor". Akhisar'da Bilal Kısa bayağı seviliyor. Beni de çok sevdiler sağ olsunlar. Buradan Bilal Kısa'ya da selam edeyim. Akhisar seni seviyor:) 


Harun abi ile sohbetten sonra izin istedim. Kendisine teşekkürlerimi iletip yoluma döndüm. Yarım saatte çıkarım dediğim Akhisar kalbimde ayrı bir yer buldu. Nysa'ya doğru yavaş yavaş ilerlemeye başladım. Fakat bir şekilde başka yola sapmışım. Yolu bayağı uzatmış oldum. Saruhanlı-Büyükbelen üzerinden Ahmetli'ye çıktığımı iki gün önce ciğer yediğimiz dükkanı görünce anladım. Görünce yememek de olmazdı. Bir ciğer bir lahmacun daha Boz Dağ'a kendimi vurmadan önce yolluk oldu. Aslında Sardis antik kentine girmeyi planlamıyordum. Ama kahverengi tabelayı görünce dayanamadım. Sardis antik kenti bir kompleks şeklinde değil. Dağınık olarak Sart kasabasının çeşitli yerlerine dağılmış. Yani bir kapıdan girince her yeri gördüğünüz şehirlerden değil. Ben gynasium ve zamanın en büyük havrası olan yerleşkeye girdim. Fakat burada beni en çok etkileyen Roma ve Bizans dönemi dükkanları oldu. Bilgilendirmeler de gayet iyi olunca çok keyif aldım.





Buradan çıktıktan sonra kısa mesafedeki Artemis Tapınağı ve Sart Kilisesi'ni de ziyaret ettim. Daha bir çok alan mevcut ama vakit öğleden sonra oldu. O yüzden hareket etmeliyim. Nysa'ya bugün varmam yalan oldu. İlk defa arabada yatacağım. Kendime tuvaletin yanında ve nispeten güvenli bir yer bulmam lazım. Gece sık tuvalete kalktığımdan benim için en önemli unsur. Boz Dağ'da bir yer bulamazsam Birgi'ye doğru inmeyi planlıyorum. 

Boz Dağ heybetli ama heybetini üzerine çıkınca anlıyorsun. Hava soğuk. Gölgeler sessiz. Buraya kadar çıkmışken gocunmayıp Tabakçı Deresi Dev Kazanları'nı görüyorum. Yaz olsa ne serinlenilir buralarda.


Boz Dağ'da gözüme bir yeri kestiremiyorum. Aşağıda doğru inmeye başlıyorum. Birgi'de bir yer bulurum umudundayım. Akşam çöküyor. Birgi'de bir tur attıktan sonra öyle güzel bir yer görüyorum ki. Jandarma karakolunun görüş mesafesinde tarihi bir caminin yanı. Ulu bir ağacın altı. Jandarmaya gidip bu gece orada kalmamın sakıncası olup olmadığını soruyorum. Olur yanıtını aldıktan sonra sessiz Birgi sokaklarında biraz yürüyüp bir Töngül pidesi yiyorum. Dönüşte arabayı hazırlayıp yatıyorum. Ummadığım kadar rahat oldu. İyi geceler...