12 Haziran 2025 Perşembe

ADINI SÖYLEMEDEN

 

Rüzgar bulutları ittirmek zorunda kalmadı, deniz kiminin istediği gibi soğuk kiminin istediği gibi sıcaktı. Motorlar, vapurlar zamanında kalktı adalara. Çocuklara okuldan ödev verilmemiş, kimsenin hafta sonu mesaisi yoktu. Bulgur pilavı, ayşekadın fasulye yerine türlü türlü etler, soğuk sıcak çorbalar, veganlar için zeytinyağlılar ve hatta hala beğenmeyenler için pizzalar, pideler, hamburgerler. Hafta sonu tüm futbol takımları galip gelmiş, sevgililer de kavga etmemiştir.

Böyle güzel bir Cumartesi ve Pazar günüdür işte. Daha ne olsun, herkes mutlu, herkesin keyfi yerindedir. Pazar günü ikindiden sonra düşünmeler başlayana kadar. İlkokula giden çocukların anneleri tırnaklarını kesmeye, aslında Cuma günü verilen ödevler hatırlanmaya başlamıştır. Çarşamba günü ortaya çıkan işlerin haftaya ertelendiğini alarmlar gün yüzüne çıkartmıştır. Hava hala mis gibidir ve bozulmaya niyeti de yoktur. Deniz mavi ve pürüzsüz, gece yıldızlarla doludur. Ama herkesi bir kaygı almış, dönüşü yok gibidir. Çaylar, kahveler, dondurmalar, filmlerle uzatmaya çalışırlar. Ay en tepeye çıkar. Uykulara yatılır, bu gece sanki daha soğukmuş gibi daha kalın şeyler örtülür.

Bir türlü zamanın geçmediği, ayın tepeden inmediği, karanlığın sabaha kavuşamadığını anlamaya ilk kim başlamıştır bilmiyorum. Ama uykular bitip gecenin sabaha kavuşmadığını, hatta aslında zamanın 23.59’dan sonrasına hiç ilerlemediğini ve takılı kaldığını anlamaya çalışan insanlar çaresizdi. Saatler artık 60 dakika düzeninde akmıyordu. Dakikalar 60 saniye değil idi. Aslında zaman yoktu. Zamanı ölçmek, adlandırmak artık mümkün değildi. İnsanlık tanımlayamadığı bir durumun içinde idi. Asıl sorun ise bunu çözmek için ellerinden hiçbir şey gelmiyordu.

Sonra…sonra televizyonda bitmek bilmeyen tartışmalar, konuşmalar süregeldi. Ne okula gidilebiliyordu, ne işler başlayabiliyordu. İstediği olmuştu insanoğlunun. İşte insan o zaman anladı. Bütün suçu birine atmışlardı. O gelmese her şey çok güzel olacaktı. O bir geçse gitse idi bütün işler hallolurdu. İşte şimdi o da adını söylemeden gitmişti. Ama onsuz bütün zaman çökmüştü. Pazartesi gitmişti. Zamanın bulunuşundan beri, bütün başlangıçları onun sırtına atışımızdan, cumanın kıs kıs alay etmelerinden bıkmıştı. Doğada kuşların, yağmurun, rüzgarın onu hiç şikayet ettiklerini duymamıştı. En çok onlara üzülmüştü. Onun da bir sabrı vardı, haklı idi. Çekip gitmişti. Kuşlar da bir şey diyemiyordu, denmezdi. Böyle bir varlıktı insan. Diğerlerini de bu zamansızlığa sürüklemişti. Şimdi insanlık onu varlığı ile suçladıkları gibi yokluğu ile suçlayacaktı. Cuma bu sefer gülemeyecek ama bir daha yaşanmayacağı için acı içinde söylenecekti.  Pazartesi işte bunlara rağmen çekip gitti. Bilirsin bir giden bir daha gelmez. Gelse de aynı olmaz. Pazartesi de bunu bildiğinden hiç gelmedi. Motorlar ve vapurlar da gelmedi, adadaki insanlar adada kaldı.



 

8 Mayıs 2025 Perşembe

Yaşadığın Bütün Günler Kutlu Olsun Anam

 


Dışarıda geçen tüm hikayelerime babamı koymuşum. Hiç içeride hikaye anlatmamışım. Oysa annem hep içerdeydi. Bizim kale gibi, hüzünlü, melankolik ama sıcak evimizde. Babamın diktatörlüğü ile yönetilen, ama annemin görünmez hükümdarlığındaki evimizde. Her ay sahibine para ödediğimiz ama aslında bizim olan evimizde. Babam sabah erken ama çok erken dükkana gittiğinde, ev tamamen anneme kalmaz mıydı? Kalmazdı, burada tuzağa düşme sevgili okur. Çünkü ben kardeşim daha doğmadan önce hep evde idim. Okuldan önce, sokakta zamanım geçmedi. Hatta kar yağdığında bile sokağa çıkmadım. Gece sokağa yağan kara bakıp, karların üzerine umarsızca basan ve eriten insanlara camdan söylenerek baktım.

Bizim Saray apartmanımız koskoca bir sokaktı. İki tane cic'annem ve kızları. Hatta bazısının kızlarının çocukları. Bir karşı dairedeki Semiha cic'annemde, kalan zamanlarda iki kat üstteki Neziha cic'annemde. Semiha cic'annenin üç kızı, Sevtap, Oya ve Semra. Neziha cic'annenin  ise iki kızı vardı; Ayşe ve Emine. Hikayenin daha başlarında, belki de vurucu bir son yapabileceğim  konuyu sana şimdiden söyleyeceğim. Bu konuyu senelerce içimin saklanan dehlizlerinden anca çıkarttım. Daha da fazla kalmasın. Yazının sonuna doğru olması, yıllarca uğradığı haksızlığa bir kez daha uğraması demek değil de nedir? Zaten bu hikaye de anamın hikayesi, rol çalmasın. Ben anladım ki çoook sonradan, Emine Teyze'ye aşıkmışım. Ona öyle hayran, hayatının başında, ne olduğunu tanımlayamadığı bir duygu ile baş ettiğini bile bilmeden, gömmüşüm usulca küçük parmaklarımla daha incecik bir toprak tabakası ile kaplı yüreğime. Tabi yıllar geçtikçe, antik bir şehrin üstünün tepelerle, ağaçlarla örtülmesi gibi örtülmüş. Şimdi bu kutsal hazine, bir küçük çocuğa saygı, hissettikleri adına ve  onuruna bir müzede sergilenmesin mi? Emine Teyze deyince, görüntüsü nasıl gelir biliyor musun? 6.kat, 22 nolu dairede, bizim evin melankolik havası aksine neşeli ve eğlenceli ortamında, apartman boşluğuna bakan camın yanındaki yuvarlak masada, sarı saçları, kırmızı kazağı ile yüzünü elleri arasına almış, ikimizin de hasta olduğu bir fotoğraf. 

Sen al buradan istersen başka bir hikayeye çık ama ben annemi anlatacağım. Annem çok cesur kadındır. O naif, zarif görüntüsünün altından, hiç ummadığın kaplan yüreği çıkmayagörsün. Ha bu arada nedensiz çıkmaz o cesurluğu. Her şeyi dengededir. Bunu da niye yaptın diyen biri çıkmaz. Bizim apartmanda çaylar, börekler, kekler her hafta birinde (bilmem belki de ikisinde) gırla giderdi. İşte böyle günlerden bazılarında anahtarını evde unutanlar olurdu. Annem apartman boşluğunda, yan daireden diğerine girmenin yolunu keşfetmişti. Birinin mutfağından diğerine atlayınca, anahtarı içeride unutulan evin mutfak balkonuna girer. Eğer mutfak kapısı açıksa kolayca içeri girer, kapıyı açardı. Mutfak kapısı kapalı ise de bir güzel camı kırar yine girerdi. Ha bu arada bir balkondan diğerine atlayacak yürek de bir annemde vardı. 

Bak şimdi cesurluğu dedim de, başka bir hikaye daha geldi aklıma. Bir gün ben apartmanın önündeyim. Yaşım ya var on üç ya on dört. Yukarından koşarak ilkokuldan dostum Ergin'in kardeşi Murat iniyor. Abi kurtar diyerek. Arkasında da biri sanırım kovalıyor, ben yaşlarda muhtemelen. Murat'a gir diyorum içeri. Ben müdahale ediyorum. Bunlar oluyor mu bir kişi iken beş kişi. Ben ortalarındayım. Ama baş edemiyorlar benle. Aşağı tarafa gidiyorlar. Aradan biraz vakit geçiyor, bunlar bütün mahalleyi toplayıp üstüme doğru aşağıdan geliyorlar ama nasıl bir kalabalık:) Artık o noktadan sonra, ne olacak derken, annem cama bir çıkar, ne dediği ne yaptığı, o kalabalığı nasıl dördüncü kattaki camdan geri gönderdiğini hafızamı zorlasam da bulamam hala.

Anam anam benim garip anam...Yazdıkça neden bugüne kadar onunla ilgili anılarımı yazmadığımı anlıyorum. Çünkü babam ne kadar dışa dönük ise annem o kadar içinde idi. Babam ne kadar hikayelerle, maceralarla dolu ise annem o kadar kısa, öz, netti. Ortaya anlık çıkar, sorunu çözer ve kabuğuna çekilirdi. Babam ne kadar yüksek sesle bir o yana bir bu yana gidip, bir şeyler anlatsa, bir sonraki hikayeye yollar yapsa; annem o kadar konuşmadan, hatta görünmeden yapacağını yapar çekilirdi. O yüzden de annem hep görünmez kahramandı. Kendi hikayesini anlatmamamı o istemiş gibi gözükmüyor mu? Kimse anlatmasın, kimseye anlatacak malzeme vermesin. O zaman anne, özür dilerim ama oğlun, Kerametli Robinson, Düş Tarlaları'nın hayalperesti, zamansız dünyaların seyyahı, tekrar affına sığınarak, "Belki de bunlar yaşanmamıştır ve ben uyduruyorum" diyerek, senin gizli dünyanı anlatacak. 

Aslında anne biliyorsun. Yazılarımın, yarattığım bu hayal aleminin, en başını, tek kuralını sen demedin mi bana? Biliyorum yine kendini her şeyin gerisine çekmek istiyorsun. Sana, çocukluktan anlattığım anılarımda böyle bir şey yok diyerek, yaşadığımız bazı şeylerin, çoğu şeyin ve hatta her şeyin "Bütün bunlar belki de hiç yaşanmamıştır ve ben uyduruyorumdur" sonucuna vardırdığın oğlunun kurduğu evrenin mimarı tabi ki sensin. Cem Karaca bizim evin önüne hiç park etmese de, minarenin arkasında Allah olmasa da; sen bütün anlattığım hikayelerin gizli kahramanı, o hikayeleri yazan, hayatım boyunca dönüp dolaşıp aradığımsın. 

Yaşadığın bütün günler kutlu olsun Anam...


10 Nisan 2025 Perşembe

5. Ayakta Yatanlar



Dükkana git.

Köpegi sal.

Radyoyu aç.

Çayı demle.

Kapının önünü süpür.

Sonra...sonra bekleyeceksin.

Güneşin aydınlattığı ve yavaş yavaş ısıttığı Küçükodalar sokağına vardığımızda babam sıra ile bu işleri yapardı. Sıralama şaşmazdı. Onunla beraber gittiğimde, bütün gece çişini tutmuş köpeği bazen ben dolaştırırdım. Aslında o beni dolaştırırdı. Zincir halkalarına bazen elim sıkışır, kan otururdu. Yine de en sevdiğim köpeğin beni dolaştırması idi. Ne çay demlemek, ne süpürmek. Ha babam hortumu çeşmeye takıp, ucunu büzerek tazyik yapar ve yerleri temizlerken çok özenirdim. Ama o işi bana yaptırmazdı. Çok nadir verdiğinde de beğenmez hemen elimden alırdı. Köpekle öyle mi idi? Babam kendi işlerini yapar, biz de sokaklarda köpeğin kakası ve çisi için dolaşırdık. O zamanlar elinde torba ile bokları toplamak zorunda da değildin. 

O sabahlarda kahvaltı olarak ne yediğimizi düşündü isem de hatırlayamadım. Ama bazı sabahlar, bol pudra şekerli kürt böreği yerdik. Tabi ki böreği almaya ben giderdim. Babam börek almaya giderken hiç Doğan Ustanın oğlu olduğumu söylememi istememişti. Ben de fırına ve nalbura giderken söylemekten sıkıldığım bu cümleyi tekrar etmek zorunda kalmamıştım.

Ustalar yavaş yavaş dükkana gelmeye başladıklarında "umut" etmeye de başlarlardı. Hatta bence evlerinde uyanıp, yüzlerini yıkamaya gittiklerinde ve tuvalete oturduklarında başlarlardı umut etmeye. Yoksa her gün nasıl geçerdi? Arabanın sol çamurluğuna kaynak tutup, çekiçleyip, soğusun diye benim kovaya süngeri batırıp sürmem arasında geçmezdi. İnce zımpara ile koca Nova'yı zımparalamakla hiç geçmezdi.

Bir umut lazımdı. O yüzden ustalar ilk is bir altılı ganyan bülteni aldırırlardı bana. Çekicin sesine, zımparanın sürtünme sesi karışırken, ayaklarda hangi atların gelebileceği tartışılırdı. Sonra oturulur eldeki paranın el verdiği ölçüde atlar yazılırdı. Ne var ki beşinci ayakta gelebilecek üç at vardır ve eldeki para yetmemektedir. Bu durumu kurtarabilecek şey Doğan Ustaya bugün altılıda parayı bulacaklarını ama para gerektiğini söylemektir. Doğan Usta ikiletmez ve kupona ortak olur. Çünkü Doğan Ustanın da umuda ihtiyacı vardır.

Ayakların koşulacağı saatler bellidir ve üç sokak ötedeki ganyan bayiye gidip sonuçları ögrenmek benim işimdir. Öğlen güneşi kendini ikindiye doğru devirmeye başladığında ben dört kez bayiye gidip, siyah tahtanın üstüne yazılan atların numaralarını öğrenip, dükkana koşmuşumdur. Son iki ayak kalmıştır ve 4/4 gidiliyordur. Gün kendini bitirmeye hazırlanıyorken keyifler yerindedir ve altılının bugün kaç lira verebileceği hesaplanmaya başlamıştır. Çünkü beşinci ayağa üç at yazılmış. Altıncı ayak da zaten garantidir. Beşinci ayak zamanı gelince beni hızlıca bayiye yollarlar. Ben bile heyecanlanmışımdır. Ganyancı tahtaya henüz kazanan atı yazmadığı için karşısındaki kaldırıma oturur beklerdim. Sonra...sonra dükkana gitmek istemezdim. Çünkü bir dükkan insanın umutlarının kırıldığını benden öğrensinler istemezdim. Sonucu söylediğimde bazı ustalar benim bir daha gidip bakmam konusunda ısrar ederlerdi. Beşinci ayakta yazdıkları üç at gelmemiştir ve sürpriz bir at gelmiştir, mümkün olmamalıdır bu durum. Doğan Usta bir daha onların gazına gelmeyip para vermeyeceğini söyler. Herkesin başı önüne eğilir, gün bir umutla bu kadar gitmiştir. 

Herkese bir umut lazımdır. Sabah kalktığında o günü güzel bir gün kılacak bir umut. O yüzden umut devam etmelidir. Beşinci ayakta yatsan da...


Tüm beşinci ayakta yatan kaporta ve boya ustalarına rahmet, saygı ve selamla...

26 Mart 2025 Çarşamba

Floransa - 2

 
                 

                 

Otel aslında kocaman bir hostel. Ortaokul ogrencileri etrafta bagırışıyor. Odam 5.katta ve terasın hemen yanında. İçerisi fena değil. Penceresi Duomo'nun kubbesini görüyor. Tuvalete girip hemen dışarı atıyorum kendimi. Bu saatte nerede yiyeyim diye düşünmeden Mercatoya yani pazara doğru yol alıyorum. Pazarın ilk katı aksamları kapanıyor. İkinci katında yerel lezzetlerin ve içkilerin olduğu bar ve restoranlar var. Alıp ortadaki masalarda yiyorsun. Çoğu Avrupa sehrinde bu var. Vakti olmayan icin harika bir fırsat. Yerel lezzetlerin hepsini bir yerde buluyorsun. Genelde de iyi olurlar. Yazının burasında bir talebim olacak sevgili okur. Yazarken bu noktalamalı harfleri kullanırken ingilizce olmayan harflerde, o harfin üzerine basıp tutman gerekiyor ve bu beni yoruyor.  Bu durum yazı yazma şevkimi kırıyor ve yazı tam akarken, parmağım harfin üzerinde takılı kalıyor. Sürekli arkama dönüp "hadi ama" demek zorunda kalıyorum. Zavallı parmaklarım da, sokakta annesinin arkasında düşmüş ama annesi fark etmemiş çocuk gibi, annesine mi yetişsin, canının yandığına mı acısın. O yüzden bi zahmet noktalamalı harfleri siz uyduruverin olur mu:) 

Domuz kaburga harika idi. Sosisler icin ayni seyi diyemeyecegim. Ama karnim doydu. Artik biraz yuruyup, odama gidip yatabilirim. Ertesl gun bir sehirde en sevdigim kesfetme gunu. Serseri yuruyus gunu. Bir nehrin kivrimlarinda suruklenircesine. Her kosebasi yeni bir kesfedis, surpriz.

Gece gayet iyi uyudum. Sabah otelin kahvaltisina baktim ama umit vermedi. Ben de sokaklarda yurumeye basladim. Ac iken cok yemek odakli oldugum icin bunu bir an once gecistirip daha rahat gezmek istedigimden ilk gordugum kafede bir seyler atistirdim. Hava bazen yagmurlu ama cok sıkı degil. O yuzden rahatim. Kimi zaman bir kafede kahve icip, bir yerde biseyler atistiriyorum. Sehir merkezinin tumu eski yapilar. Her yer tarih, sanat. Medicileri duymussunuzdur. Bu kente ortacagda sekil vermisler. Guc ve para icin kapali kapilar ardinda bir suru sey yapmislar. Bu konu derin bir konu ama bu yaptiklarini hafifletmek icin de kiliseler, sapeller yapmislar. Dini hikayeleri resmedip icerilerine kendilerini dahil etmisler falan filan. Kitaplar oyle yaziyor.


Sehir heykellerle de dolu. Yemekler ise tabiki Italyada oldugum icin harika. Her yedigimi anlatmayacagim ama iki sey, yok yok yedigim uc seyi en iyiler listesine alacagim. Birincisi kesinlikle bu hayatta yedigim en iyi seylerin baslarina yerlesecek olan yine Mercatodaki Da Nerbone'da yedigim mide, iskembe ve et karisimi sandvic ve corba. Muhtesem. Hic kokmuyor bizdeki gibi. Sakatat sevmeyenlere versen hapir hupur yerler.
Ikincisi sandvicler. Kocaman ekmegin arasina degisik sarkuteri urunlerinden kombinasyonlar yapip aliyorsunuz. Unlu olan dukkanlarin onunde uzun kuyruklar olusuyor.
Ucuncusu ise yaban domuzlu tagliatelle. 






25 Mart 2025 Salı

Floransa - 1


21 yıl önce, 4000km-Avrupa turunda, sadece bir gün uğradığım Floransa'dan aklımda 4-5 kare kalmıştı. Ponte Vecchio köprüsünün altındaki at eti satan kasap, görünmez iplerle kağıt bebeği dans ettirdiğini iddia eden adamdan bir kaç euro yediğim kazık, domuz eti yememek icin kırk takla atarken, Zafer'in bir Bolognese söyledikten sonraki tavrı ve Uffizi galerisi solumda iken bir daha bu şehire gelip buraya gireceğim konusunda verdiğim beyanat.

Bir sekilde bulduğum gidis-dönüş Bolonya ucak biletinden sonra Bologna'da otel ayarlamaya çalışirken 3 ay öncesinden otel kalmadığını görünce çok şaşırmıştım. Sebebini öğrenmeyi sonraya bırakıp ne yapabilirim diye harita üzerinde düşünürken, Floransa ve Modena'da kalma fikri harika geldi. Bologna'dan trenle yarım saatte gidiliyor gözüküyordu.

Günler günlerin ardında, seni unutmak mecburiyetindeyim derken günün geceye yetiştiği 21 martta Bologna'ya indim. Sehir merkezine gidip orada biraz vakit geçirip, Floransa'ya öyle geçerim derken tren grevi kendimi otobüs beklerken buldurdu. Neyse deyip hayatı yaşamaya koyuldum. 45 dk sonra gelen otobüsle sehir merkezine vardığımda aç ve yorgundum. Ciabbata arası salam ve peynirle bir kadeh beyaz şarap içip hoş geldin dedim kendime. Sonra tren garına yürümeye devam ettim. Planladığımdan geç geldiğim için bir an  önce Floransa'daki otelime varmak istiyordum. Tren garına gidince 3 ay önce 4 euro ve 30 dk olan seyahatin, en ucuzunun 9 euro oldugunu, 30dk olan sürenin de 1.5 saat olduğunu ögrendim. Hem biletler önceden satılmış hem de aslında 4 euro değilmiş sanırım. Üstüne üstlük bir de geç kalkınca biraz gerildim. Altı üstü 2.5 uçuş saatlik yer için sabahın 7 sinden beri yoldaydim, saat 1700 olmuştu. Hava kapalı yer yer yagmurlu. Aslına bakarsanız tren Toscana vadisinde güzel seyirler sunuyor. Adını bilmediğim ve şimdi haritayı açıp bakıp bilmişlik yapamayacağım bir nehir kıvrıla, coşa, durula hiç kirletilmemişçesine akıyor bazen bir köyün yanından bazen bir köprü altından bazen de hiç görünmeden. Prato denen bir yerde aktarma yapıyorum. Koşa koşa yetişiyorum diğer trene. Buradan 20 dk kaldı otelin tuvaletine oturmama. Daha sonra o kadar da uzun olmadığını anladığım caddeden nefesimi içime çeke çeke yürüyorum. İşte geldim kilise çanları eşliğinde...



6 Mart 2025 Perşembe

Fesleğen


Sonar kez çaldım her kapıyı.

Bilmediğim pencereler kapandı yüzüme.

Perdeler çekildi ardına.

Bir fesleğenler kaldı dışarıda,

hoş kokulu.

Koklamadan soramadım.

Sordum.

Kokmadan cevap vermediler.

 

5 Mart 2025 Çarşamba

Okunuşlarımız Farklı

 


Yazdığımız gibi konuşamıyoruz biz.

Okunuşlarımız farklı.

Yaşamamız lazım ruhdışlarımızda.

Alışmak için dudaklarımıza,

Konuşmamız lazım.

Yazmadan.

3 Mart 2025 Pazartesi

400'lük zımpara

 


Öğle yemeği yenilip, altılı ganyan koşuları yavaştan başlarken, bu seferde Naci abiye doğru yollanma hazırlıkları başlardı. "Naci'ye git. Doğan Usta'nın oğluyum de. 400'lük zımpara ve üstüpü al".

2020 Şubatında on yıllar sonra, nalbur Naci abinin dükkanına doğru yürümeye başladığımda, hiç hatırladığım gibi değil idi hava. Kan donduran değil, kanı kıpırtısız aktıran bir soğuk vardır, hani böyle ağır çekim, siyah beyaz filmlerde olur ya, öyle yani. Hatırladığım ise sıcak yaz öğlenleri idi. Çünkü okul tatil olmuş, tüm arkadaşlarım köye gitmiş, sonbahar dönüşünde beni imrendirecek anılar biriktirmekte idiler. Dedim ya, hava sıcaktı. Dükkandan Yenişehir'e doğru, beyaz Pinokyo bisikletimle giderdim. Öyle Pinokyo değil ey okur! Bir kere dinamolu farı ve arkasında bagajı vardı. Bu bisikleti Almanya'dan Sabri amca getirmişti. Sabri amcanın, sıkı dur, beyaz bir Ford Capri'si vardı. 980 yıllarında Türkiye'de Ford Capri nedir, onu şimdi anlamak mümkün değil de sen şu ramazan günlerinde, ocakbaşına gitmiş gibi düşün. Ama o da başka bir hikayenin konusu olsun, Naci abi kral adamdır, bölmeyelim.

Yenişehir'e giden, havanın sıcak olduğu yolda ilerlerken sanırım en çok düşündüğüm denize girmek olurdu. Naci abinin dükkanı gri idi ve Naci abi hep gri, dizlere kadar uzanan bir önlük giyerdi. İki cebi vardı, o zamanlar saçları siyahtı. 

Dükkanın içinde ahşaptan kutular, kutuların içinde çiviler, pullar. Yine ahşap raflara dizili neler neler. Ya o üstüpüler ! Üstüpü nedir bilen azdır sanırım.  Bir çocuğun cumartesi öğleden sonrası, bahşiş alması için gerekir mesela. Tertemiz bir üstüpü ile silersin teslim edilecek arabanın köşelerini. Küçük, narin, kısa dokunuşlarla, 980'lerde nasıl saf sevgi ile öperse bir ortaokul çocuğu begendiğı kızı öyle iste.

Dükkan yıkılmış, biraz ilerideki köftecinin yanına taşındığını bilmesem, orada kahrolur dönerdim. Devam ettim oraya park etmiş, dinamolu, bagajlı bisikletin yanından. Eczanenin önünden geçtim, Erol Amca göçmüştü bu dünyadan, kıçıma kaç iğne batırdığını saymadan.

Sonra..sonra girdim iste dükkana. Her zaman tembih edileni söyleyerek: "Doğan Torun'un oğluyum ben, 400 lük zımpara var mi Naci Abi"

 

Isin tuhaf tarafi artik babam Naci Abiyi tanimiyordu.


2 Mart 2025 Pazar

4 ekmek, pişkin olsun !

 


Çok önce idi. Ehliyet alacağım yaşa geldiğimde, tekerlekli ve vitesli arabaların ortadan  kalkmasından korkacak kadar önce idi.

Babamın oto kaporta boya dükkanı olmasından mı idi bu merak, yoksa klasik bir erkek çocuğu merakı mı idi bilemiyorum. Ama hepsinden öte içimdeki bitmek tükenmek bilmeyen yol sevdası idi sanırım. Ya çok hızlı giden vasıtalar olsa ve hatta bizim kullanmamıza gerek olmasa? Allah korusundu, yatarken küçük bir çocuğun bu konuda dua etmesi kadar endişe verici idi.

Dün akşam aklıma geldi, babam sanki dükkanda hiç cumartesileri güveç yapmazdı. Sanki hep hafta içi yapardı. Babam hafta içi genelde işçilere öğle yemeğini kendi yapardı. En kötü annem evde yapar ve ben alır getirirdim. Ama babam yaparsa, önce kollarını sıvar, ellerini beyaz el sabunu ile yıkar ve işe girişirdi. Kahverengi büyük güvecin içine büyük büyük doğrardı sebzeleri. Güveçte hep mutfak tezgahı gibi kullandığı, yola bakan cephedeki tezgahın üstündeki küçük  tüpte pişerdi.

Baba dedim anlatsana nasıl yapardın güveci? Yapardım işte diye geçiştirdi. Biraz zorladım. Önce et alırsın Muharrem'den dedi. Evet, et Muharrem amcadan alınırdı. Eti genelde kendisi gider alırdı, beni nadiren yollardı. Beni kesinlikle fırına yollardı. Hep ayni tonla ve hep aynı sözle. "Fırına git, dört pişkin ekmek al, Doğan Ustanın oğlu olduğunu söyle". Evet Doğan ustanın oğlu olduğunu söylemek zorundaydım. Nefret ederdim söylemekten ama hep söyledim. Neden mi ? Eğer ekmek pişkin olmazsa ve ben Doğan Ustanın oğlu olduğumu söylemezsem vay halime. Eğer söyler ve fırıncı pişkin ekmek vermezse vay fırıncının haline. Herkes görevini yaptı diye hatırlıyorum. Ekmek hep pişkindi.

Dükkana geri döndüğümde, yazıhanenin önündeki alçak masanın üstüne gazete kağıdı serilmiş, dört bir tarafına Billur Tuz poşetinden tuz dökülmüş, kaşıklar konmuş (çatal olmazdı çünkü güveç kaşıkla yenirdi), bazen de dörde bölünmüş soğanlar ilave edilmiş olurdu. Ekmek gelince elini beyaz sabunla yıkamış ustalardan biri ekmekleri bölerdi elleri ile. Ortalık  boya öncesi macunu zımparalayan boyacı ustasının üstüne sinen koku, pişkin ekmek, beyaz sabun  ve güveç kokusu ile dolardı...


24 Şubat 2025 Pazartesi

Hidayet Amca & Muhtar Bekir & Joe

 


50 yaşımı geçtiğim coğrafyamın bu meridyeninde, günler daha kısa geceler daha mı uzun, geceler daha kısa günler daha mı uzun olur bilemem. Yılın kaç günü yağış alır, ne kadar güneş ışığı görürüz onu da bilemem. İşin aslı bu meridyenlere gelince bir şey bilmenin çok da önemi yok. Yani sana bu meridyenlerden bir şey anlatamayacağım. Ama sana çok iyi hatırladığım başka bir şey anlatayım.

Muhtar Bekir, Bostan mahallesinin çok uzun yıllar muhtarıydı. Bana kalırsa tek muhtar o idi. Sadece Bostan mahallesinin değil, tüm mahallelerin. Babamın dükkanına bitişik, küçük bir labirenti andıran muhtarlığa onca yıl bir şey talep etmek için gelen mahalleliyi hiç görmemiştim. Muhtar Bekir ne yapardı, nasıl seçilirdi, bu kadar sevilir miydi diye sorma. Muhtar Bekir ezelden beri muhtar idi. Seçilmesi ya da bir iş yapması gerekmezdi. Muhtar Bekir'in küçük labirentlerinden sonra ulaşılan yazıhanesinde - sanma ki kocaman bir yerdi. Sadece ben o zaman 6-7 yaşlarındaydım- kocaman kahverengi deri kaplı ama bazı yerleri parçalanmış döner koltuğunda uyuması meşhurdu. Uyuduğunu zaten tüm mahalleye gündüz horlamalarıyla duyururdu. E o vakitte kimse girip onu uyandırmaya cesaret edemezdi. Hadi diyelim ki bir kendini bilmez geldi ve adımını attı içeri. Küçük koridorda Joe yakalardı ki onu. Joe'nun acıması da yoktu. Öyle havlayım kaçsın falan. Her şeyin dobra olduğu bir dönemden bahsediyorum burada. Joe paçasından güzel bir ısırık alırdı. O ısırığı gösterirsen senin ikametinin Bostan mahallesi olduğunu anlaşılırdı. Al sana ikametgah. Hem de parasız.

Sonra, sonra ne yapar mıydı Muhtar Bekir? Muhtar Bekir'in yanında hep kilitçi çalışırdı. Bizim dükkan kaporta boya, Hidayet Amca motor. Kilitçi aranan bir hizmetti. Böylece Küçükodalar  sokakta bir arabanın bir çok şeyi halledilirdi. Bekir Amca -buradan sonra Muhtar Bekir'e Bekir Amca diyeceğim- anlaşılması zor bir adam değildi, o yüzden ben yanında çalıştırdığı iki usta hatırlarım. Kilitçi Erol ve Kilitçi Mehmet. Şimdi o zamanlarda ve bizim o küçük dünyamızda isimler yaptıkları işler ile anılırdı. Bazılarının unvanları ustalıklarının önüne de zaman zaman geçerdi. Mesela babam çok iyi bir boyacı ustasıydı. Genelde Doğan Usta diye anılır ama babamın deliliklerini gördükten sonra insanların aralarında Deli Doğan diye konuşanlar olduğu bilinir. 

Bekir Amcanın yanında ise Hidayet Amcanın vosvos tamirhanesi vardı. Hidayet Amca Antalyalı, renkli gözlü, sakin , hatırladığım hep beyaz VW Type 3'ü kullanırdı. Yanında da İbrahim Usta çalışırdı. İbrahim Usta da Hidayet Amca gibi sakin, gözlerini sürekli kırpan, kendini işine adamış bir adamdı. Hatta Hidayet Amca yıllar sonra dükkanı ona devredip bu diyarlardan çekip gitmişti. Dükkanın içinde bir asma katta yazıhaneleri vardı. O zamanlarda dükkanlarda, dükkanın içinden merdivenle çıkılan yazıhaneler vardı. Hem tüm dükkanı gözlemleyebileceğiniz hem patronun dinleneceği, ısınacağı , hesap kitap işleri ve müşteri ile pazarlıkların yapıldığı yerler. Bizim dükkanda da vardı ama bizim yazıhane arkada boyahanenin içinde geride kaldığı için babam dükkanın girişinde zemin katta yeni bir yer yapmıştı. Bu yazıhanelerde ya da çoğunlukla ustaların giyindiği yerlerde çıplak kadın posterleri olurdu. Öylesine, normal bir şeymiş gibi, Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray posteri gibi. Böyle ufak tefek detaylar benim ufak tefek zihnimde yer etmişti. Hatta şöyle donakalmış bir fotoğraf da var. Turuncu ya da kırmızı bir 1302 VW. Motor kaputu açık. Altta yatma tahtası. Yatma tahtasını geçiştirme bak. Bir şeyi iyice mikro incelemek, anlatmak için ateşten halüsinasyonlar gören bir beyin düşün. Nasıl da küçük detaylar büyür ve çıkamazsın o döngüden. Öyle düşün. O yatma tahtaları genellikle küçük tahtaların birleştirilmesinden oluşan bir adam boyu ve bir adam eninde tahtalardı. Arabaların altına yatıp, tamir ederken kullanılırdı. Bazen bir boyacı ustası, gelip boya tabancası ile bir fıs atar bir yerine. Kaportacı adını kazır. Motordan damlayan yağ çıkmaz leke kalır. Dükkanın bir duvarına yaslanmış yatma tahtaları. Gelir biri çay bardağını koyacak başka yer yokmuş gibi, köşesine iliştirir. Düşeceğinden endişe etmez. Çırak küçük bıçağı ile çentikler atar. Yatma tahtası bütün bunları sinesine çeker. Gelir biri onu aracın altına atar, üstüne yattığında bütün bunların acısını çıkarmaz, yerine tekrar geçeceği zamanı bekler. Ha bazen çırak yatma tahtasını yerine de bırakmaz, sulu bir yere atar. Yatma tahtası yine laf etmez. Ama yatma tahtasını  kıymetini bilen büyük usta, patron gelip de bunun hesabını sorunca, işte o zaman yatma tahtası bir zamanlar ağaç olduğu günleri anımsar. 

Ne demiştik turuncu ya da kırmızı 1302. Motor kaputu açık. Altında yatma tahtası. İbrahim Usta gözlerini kırpa kırpa Hidayet Amca'ya anlatıyor. Hidayet Amca'nın elleri belinde. O sırada Muhtar Bekir uyumaya başladığını haber veriyor horlaması ile. Joe nöbetin başladığını anlıyor. Kilitçi Mehmet'in küçük yaramaz oğlu, sıcaktan o kadar bunalmış ki hortumla sokakta kendini ıslatıyor. Ben mi? Babam fırına ekmek almaya gönderiyor. "Beni Doğan Usta gönderdi de, 4 tane pişkin ekmek versin". 


Not: Sevgili Bekir Amca, babam, muhtemelen onlara eşlik etmiş olan Hidayet Amca'nın güzel ruhlarına selam ederim...