3 Ağustos 2025 Pazar

Salçalı Yemek Yapan Kadınlar ve Beşiktaşlı Ekşi Koruklar

 


Bir yaz ikindiüstü, bir yaz akşamaltı. Gün, akşama kavuşmak için son adımlarını atıyor. Yorgun ama huzurlu. Güzel bir yemek üstüne bir tatlı yemek ister gibi. Adımları ne hızlı ne yavaş. Ustalar eve gidip, kadınlarının yaptığı salçalı soğanlı yemekleri yemeden önce çocukluklarına dönmek istiyor. Ceplerini karıştırıp, bozuklukları bana veriyorlar. Asmadaki üzümler henüz koruk ve bana bakıyorlar. Gün akşama varmadan bakkala ulaşmak için karşıdaki hanın köşesini koşarak geçiyorum. Joe bana katılıyor, havlamayı ihmal etmeden. Sokaktaki kimse şu an bana sataşmaya cesaret edemez. Zaten bakkal hemen sokağın sonunda. İçeri dalıp kırmızı bisküvi kutularını geçiyorum. Solda asılı mavi, sarı, beyaz; üzerinde siyah meridyen olan toplardan tabii ki beyaz üzerine siyah çubuklu formayı seçiyorum. Benim Beşiktaşlılığım doğuştan. Ne anamdan ne babamdan. Babam ve hastalık derecesinde Fenerbahçeli olan dayıma rağmen.Sana bakkala parayı vermeden önce nasıl Beşiktaşlı olduğumu da anlatayım sevgili sosyal medya kullanıcısı. Bak, burada başka bir patikaya girip sana buraya nasıl geldiğini unutturabilirim. Ama geldiğimiz yeri unutmayalım diye bir kerteniz bırakacağım.

 Yazmak, Beşiktaşlılık gibi içimden gelen bir tutku. Yazdığımı, ürettiğimi paylaşmazsam topal kalıyor duygularım. Bir kitapta toplamayı düşündüm, sonra dedim ki kitabı artık alıp okuyan yok. Ha bir de geri dönüşünü alman da zor. Oysa yazar, şair, ürettiğinin beğenildiğini duymak istiyor. Önce yakın çevreme gönderdim. Ne güzel yorumlar, tepkiler... Ama yetmedi. Sonra bir blog açıp oraya koymaya başladım. Sonra, sonra o da yetmedi. Sosyal medyaya koyayım dedim. Şu an tam olarak nasıl olacak bilmiyorum. Ama sen, yani sen, beni okuyan, muhtemelen bana oradan ulaşmış olacaksın.

 Şimdilik bu kadar deyip bir önceki sokağa geri dönelim. Nasıl Beşiktaşlı oldum? Bu sefer gün, hayatı geceye teslim etmiş. Ustalar salçalı yemeklerini yemişler. Tek tatil günü olan Pazar günü, tüm futbol maçları oynanmış. Tek kanal olan TRT’de ligin puan durumu yayınlanmıştır. Ülkenin bütün evlerinde babalar, oğullarını yanına almış; zorla tutturdukları takımın sıralamadaki yerini gururla ya da üzüntüyle seyrediyorlardır. Babamla ben de o ekrana bakarken ve daha henüz hangi takımı tutacağımla ilgili bir hikâyem olmadığı için, takımsız olan bana babam soruyor:

 “Seç takımını.”

 Yani kendisi Fenerbahçeli olan babam, bana bu hakkı tanıyor. Benim sonra kalan hayatta kendi isteklerimi gerçekleştirmem için daha büyük bir mesaj olabilir miydi? Ya da benim kendi isteklerimi ertelemek gibi bir hakkım olabilir miydi? Benim koca yürekli babam, oğluna o yüreği aktarmanın yolunu nasıl da bulmuştu. Şimdi babamı kaybetmenin üzerinden henüz çok geçmemiş bir oğul olarak bu noktada, ağlama hakkımı kullanıyorum. Ve sen de eğer babanı çok seviyorsan ve baban hayattaysa git, ona sarıl. Uzakta ise, yine de git sarıl.

 Neyse... Şu an başka bir patikaya girersek kaybolabiliriz. Ben gidip dördüncü sırada olan Beşiktaş’ı seçiyorum. Babam bir kez bile sormuyor. O gün bugün, yenilse de yense de Beşiktaşlıyım. Bakkala parayı verip Joe, ben ve beyaz üzerine siyah çizgili topla dükkanın önüne koşuyoruz. Topu gören tüm ustalar, topu atmam için bağrışıyorlar. Topa ilk tekmeyi ben vuruyorum. Dükkanın gri kapısı boydan boya kapalı. En üstünde içeri ışık girsin diye sıralanmış küçük dikdörtgen camlardan bazıları kırık. Babam kızmaktan usanmış. Çünkü bazen sert şutlar bazı camları kırıyor. Muhtar Bekir eve gidecek, Joe’yu çağırıp muhtarlığın kapısını kilitliyor. Giderken kendisine topu atmamızı söyleyip yamuk bir şut çekiyor. Hanın içine kaçan topu almak bana düşüyor. Akşam artık güne gitmesini söylüyor. Koruklar ekşi. Eve giderken bir tane koparıp ağzıma atıyorum. 

Beyaz üzerine siyah çizgili topu diğer sokaktaki çocuklar istiyor. Vermiyorum.


20 Temmuz 2025 Pazar

Kerametli Robinson: Küçük Üretimin Gücü, Kalitesi ve Hikâyesi

 


Kerametli Robinson, büyük ölçekli bir üretici değildir. Tonlarca zeytin işleyip seri üretim yapan bir yapıdan ziyade, küçük ve sınırlı miktarda üretim yapan bir zeytinyağı üreticisiyim. Bu küçük ölçekli üretim tarzı, bana sürecin her aşamasına birebir müdahale etme ve kaliteyi en üst seviyede tutma imkânı tanıyor. Her şeyin içinde olmak, hızlı karar alma ve üretim sürecine esneklik katma anlamında büyük bir avantaj sağlıyor.

Ancak bu yaklaşımın zorlukları da var. Sabit giderlerin yüksek olması ve büyük ölçekli üretimlerdeki gibi maliyet avantajlarının sağlanamaması, fiyat rekabetinde beni dezavantajlı duruma düşürebiliyor.

Yıl boyunca Keramet Köyü’nde yaşadığım için, zeytin ağaçlarının gelişimini, meyvelerin olgunlaşma sürecini ve iklim koşullarını yakından takip ediyorum. Eylül sonu, ekim başı geldiğinde, yani zeytinlerin toplanma zamanında artık sahaya iniyorum. Bu süreçte, hava durumu, yaklaşan yağışlar ve meyvenin olgunluk seviyesi gibi birçok faktörü tek başıma değerlendirerek hasat kararını veriyorum.


Zeytin hasadında en kritik konulardan biri işçi bulmak. Ne yazık ki, istediğiniz gün ve şartlarda işçi temin etmek çoğu zaman mümkün olmuyor. Ancak en uygun zamanı ve koşulları yakalayarak işçileri organize ediyor, zeytin toplama sürecini başlatıyorum.

Zeytin toplama sürecinde titizlikle davrandığımız temel bir prensip var. Yere düşmüş, zedelenmiş veya sinek vuruğu olan zeytinler kesinlikle toplanmaz. Ağaç üzerindeki sağlam meyveler özenle seçilir. İşçiler bu seçimi yaparken dikkatli davranır; ancak insan gözüyle yapılan bir iş olduğu için hata payı da vardır. Bu nedenle, ben de sürece birebir dahil olur, zedelenmiş meyveleri ikinci kez ayıklarım.

Sağlam ve kaliteli zeytinler, delikli kasalara alınır ve aynı gün içinde, yani toplandıkları gün, zeytinyağı fabrikasına götürülür. Bu, yağın asiditesini düşük tutmak ve taze, aromatik bir lezzet elde etmek açısından çok kritiktir. Sabah saat 8 – 8.30 civarında başlayan hasat, genellikle 16.00 – 16.30 gibi tamamlanır. Ardından, bekletmeden fabrikaya doğru yola çıkılır.


Zeytinyağı fabrikasını seçmek de en az üretim süreci kadar önemlidir. Ne yazık ki, sektörde çoğu zaman verimi ve kârı maksimize etmeye odaklanan, üretimin niteliğine değil niceliğine bakan bir anlayış hâkim. Ancak butik ve kaliteli bir üretim için, sizin üretim felsefenize saygı duyan, işi doğru yapan, zeytine ve sürece değer veren bir fabrikayla çalışmak şarttır. Aksi halde, bütün bir yıl boyunca gösterdiğiniz emek, sadece bir gün içinde geri dönüşü olmayan şekilde heba olabilir.

 Ben de bu süreçte yıllar içinde birçok deneme yaptım ve sonunda, üretim anlayışıma en uygun olan fabrikada karar kıldım. Artık her yıl zeytinlerimi güvenle oraya götürüyor ve sıkım işlemini orada gerçekleştiriyorum.

Fabrikaya ulaşıldığında ilk aşama, zeytinlerin yıkanmasıdır. Zeytinlerin sıkım sürecine girmeden önce, mutlaka dal, yaprak ve toprak gibi kalıntılardan arındırılması gerekir. Bu da temiz ve sürekli yenilenen suyla yapılmalıdır. Ne yazık ki birçok fabrikada, su tasarrufu veya zaman kazanma gerekçesiyle gün boyunca aynı su tekrar tekrar kullanılır. Birkaç partiden sonra artık çamurlu ve kirli hale gelen bu suyla yapılan yıkama, zeytinyağının kalitesine doğrudan zarar verir. Bu sebeple ben, zeytinlerimin fabrikada günün ilk partisi olarak, temiz ve taze suyla yıkanmasına büyük özen gösteriyorum.



Bir diğer kritik aşama ise malaksasyon yani zeytin hamurunun yoğrulmasıdır. Genelde fabrikalarda gördüğüm yedi adet malaksör bulunur ve her biri yaklaşık bir ton zeytin alabilir. Eğer zeytininiz ilk malaksöre değil de daha sonrakilere yerleştirilirse, önceki partilerden kalan %10–15 oranındaki zeytinyağı, sizin partinize karışabilir. Bu da ciddi bir risktir. Çünkü sizden önce işlenen zeytinler, yere düşmüş, berelenmiş, özen gösterilmeden toplanmış zeytinlerse, onların düşük kaliteli yağları sizin özenle ürettiğiniz yağın karakterini bozar. Bu nedenle ben, her zaman ilk malaksöre girme konusunda çaba sarf ederim. Bu titizlik, zeytinyağının özgünlüğünü ve saflığını korumanın anahtarıdır. Bu tercih, verimde %10–15’lik bir kayıp anlamına gelir ama kalite için buna değer.

Tüm bu sürecin sonunda bir diğer hayati detay, sıkım sırasında kullanılan suyun sıcaklığıdır. Soğuk sıkım ile sıcak sıkım arasındaki fark, temelde bu sıcaklığa dayanır. Eğer sıkım sırasında kullanılan suyun sıcaklığı 26°C'nin altındaysa, bu işleme "soğuk sıkım" denir. Daha yüksek sıcaklıklarla yapılan sıkım ise “sıcak sıkım” olarak adlandırılır. Sıcak sıkımda zeytinden daha fazla yağ elde edilebilir; ancak bu yöntem, zeytinin içindeki antioksidanlar, fenolik bileşikler ve sağlığa faydalı içerikleri büyük ölçüde yok eder. Benim için kalite ve fayda her zaman önce gelir. Bu nedenle tüm üretimim soğuk sıkım yöntemiyle gerçekleştirilir.


Yaklaşık bir buçuk saatlik sıkım sürecinin ardından, zeytinyağı artık tenekelere doldurulmaya hazır hale gelir. Ürettiğim yağı, kaliteli tenekelere doldurarak, serin, ışık almayan ve karanlık bir ortamda bulunan köydeki özel depomda saklarım. Böylece zeytinyağı, ışık ve ısı gibi dış etkenlerden korunmuş olur.

Satış aşamasında, talepler doğrultusunda yağı yarım litrelik cam şişe, 2 ya da 5 litrelik teneke formlarında hazırlıyorum. Ve en önemlisi: Bu yağları genellikle bizzat ben teslim ediyorum. Çünkü ben sadece bir zeytinyağı üreticisi değilim; aynı zamanda bir hikâye anlatıcısıyım. Bu yağ, sadece bir ürün değil; toprağın, emeğin, sabrın ve hikâyenin bir sonucudur. O yüzden zeytinyağını teslim ederken, sadece bir ürün değil, aynı zamanda bir sohbet, bir bağ, bir tanıklık da götürmüş oluyorum. Hal hatır sormak, süreci anlatmak ve dostlukla bu yağı paylaşma, bu hikâyenin en özel bölümlerinden biri.


 

Sadece Zeytinyağı Değil: Bir Hikâye, Bir Yolculuk, Bir Arayış



Kerametli Robinson bir markadan çok bir evreni, bir hikâyeyi, bir yaşam biçimini anlatır. Önceki yazımda bahsettiğim gibi, insanoğlu türlü dayatmalara, kendi hür hayal ve fikirlerinin, açık hava hapishanelerinde ve istemediği işlerde, evet biliyorum, hepimizin de ihtiyaç duyduğu para ile zincirlenirken, başka olasılıkların olmadığına da ikna ediliyor. Oysa hepimiz, açık hava hapishanelerimizde çalışırken, imkansız satış başarılarının, operasyonel süreçlerin peşinden koşuyoruz. Amacım, kurumsal ve ticari hayatı kötülemek değil. Sadece onun tiyatrosal ve maskeler ardındaki düzeninin bizi, biz olmaktan alıkoyduğudur. Yoksa herkes farklıdır. Kimi rakamlarla haşır neşir olmaktan mutlu, excel dosyalarındaki formüle aşıktır. Kimi insanlarla iletişim kurmaktan ya da sayfalarca prosedür yazmaktan. Dünya, uzun bir zamandır kendine hem türev işler yaratmakta, hem sahte ilişkiler ve çıkarlar düzleminde olmayı mecbur kılmaktadır.

İşte ben sadece, sevdiğimiz işi, hakikatle, dürüstlükle, vizyonlarımızı katarak, kendimizi gerçekleştirerek yapmak tarafındayım. Bu yüzden, ben bu işe sadece zeytin toplamak, sıkmak, satmak için girmedim. Ben bu işe “Daha hakiki bir hayat mümkün mü?” diye sormadan, “ Daha hakiki bir hayat mümkün” diyerek çıktım.

Ne olursa olsun, hepimizin de şikayet ettiği konulardan biri olan, çoğunluğun yaptığı işi düzgün yapmaması konusunun nedenlerine girmeyeceğim. Bir işin, bir sürecin mükemmel olması, illa o işi sevmemiz ile alakalı değildir ama sevmediğimiz bir işi yapmak bizi mutlu etmeyecektir. Hatta biraz daha ileri giderek şunu söyleyebilirim; sevdiğin işi başkasının dayatmaları altında yapmak da, o işi zamanla sevmemene yol açacaktır.

Kendimi keşfetmeye başladığım gençlik dönemlerinden beri doğa ve toprak hep odak noktamda olmuştu. Toprakla haşır neşir olup bir şeyler üretmek isteğime, hepimizi mahkum eden para uzun yıllar pranga vursa da, en sevdiğim filmde olduğu gibi (Esaretin Bedeli / Shawshank Redemption), uzun yıllar, yılın güzeli posterinin ardında, geceleri kendime bir kaçış tüneli kazmayı ihmal etmedim. Hatta birkaç kez başarısız kaçma deneyimim de oldu. Yediğim hücre cezaları tekrar denememe engel olamadı. Çünkü dünya hırslarımız için küçük, hayallerimiz için büyüktü.

Kerametli Robinson - Dünya Oluşuyor

 Önce Düş Tarlaları vardı, sonsuz düşlere çiçek açan. Sonra bir ada oluştu, ruhumun derinliklerinde. Adanın adına Keramet dedim. Ardından Robinson adaya düştü. Ve Düş Tarlaları'nın Kerametli Robinson'u ateşi buldu.

Bir ada dört tarafını da su kaplıyorsa adadır. Öyle ise Kaşık Adası ne kadar bir ada ise Amerika, Avustralya, hatta Asya, Avrupa, Afrika, birbirini bağlayan küçücük kavşakları da dahil olarak bir ada değil midir? Gayet de bir adadır. Uydurmaların, hikaye ve masalların ne kadar akıl almaz ise, o kadar büyük adalar oluşmaz mı? Ve bir adanın etrafının su ile çevrilmesi mi gerekir? Mesela dünyamız bir ada olamaz mı? Onun yuvarlak ya da yuvarlağa yakın biçimini çevreleyen uzay boşluğu su yerine geçmez mi? Bence geçer. Nice örnekler verebilirim sana, beni okuyan , okuyacak olan, tanıdığım , tanımadığım. Etrafımızı saran yalanlar, kurallar, düzen, ya da kaos da bizi bir ada yapmaz mı?



Ada önemlidir ve her ada kendine özgüdür. Aynı her insan her olayı farklı yorumlayıp kendi adasını oluşturduğu gibi. Yıllardır yazdıklarımı, hayallerimi ne yapacağım diye düşünmeye son verip, kendi adamın içinde başka adalar da oluşturarak, Düş Tarlaları'nda yazmaya, Kerametli Robinson evreni oluşturmaya bir sene önce başladım. Sürekli, sınırı olmadan, canım ne isterse, istediğim kadar uydurarak. Doğduğumuzdan beri bize dayatılan kurallar, hedeflerden (aynılarını biz de başkalarına yapıyoruz ) sıyrılıp keyfimin kahyası olmaya çalıştığım son bir yılda, çok yol aldım. Artık sabahları alarmla kalkmıyorum. Bir şeyler yapmadığım zaman kendimi suçlamayı bıraktım. Anladım ki bizi en çok bağlayan konu bir şeyler yapmak zorunda olduğumuzun dayatılması ve yeterli olmadığımız hep daha ileri gitmemiz gerektiği konusunda yaşadığımız kendimizi suçlamalarımız. Şöyle bir düşün; besleyici yemekler yememek, dersi anlamamak, sınavdan daha yüksek not alamamak, kan değerlerimizin belirtilen değer dışında olması, günümüzün artık tiksindirici boyuta ulaşan pozitif olamamak ve enerjimizin düşüklüğü:), yöneticinin her geçen sene çıtayı yükseltmesi, eşinin, sevgilinin onunla yeterli derece ilgilenmediğini söylemesi, ve daha niceleri...

Ne dedim en önemlisi hiç bir şeyin yeterli gelmemesi, bir şeyler yapmak zorunda bırakılışımız ve bırakmamız. Koltuğunda hatta koltuğun yoksa dünyanın sana sunduğu her hangi bir zeminde oturmak ve geleni geçeni izlemek. Bulutları seyretmek, kokuları hissetmek. Gayet yeterli ve kendi kendine yeten bir ada olduğumuzu ve dalgaların bize vurup geri çekilmesi için bir şey yapmak zorunda olmayışımızı bilmek, keyfimizin kahyası olmamızın ilk adımı.

Kerametli Robinson, bu düşünmeler ve hayallerin ana karakteridir. Etrafına kondurduğu hikayeler, gün batımları, şen çakallardır. Sadece erken hasat zeytinyağı almazsınız, Kerametli Robinson'un adasına konuk olur, onunla beraber ateşin başına da oturursunuz :) Belki size adada hayatta kalmanın yollarından bile bahseder:)

16 Temmuz 2025 Çarşamba

Poyraz Efendi ile Barcelona-Madrid / Haziran 2025

 


2024'de Poyraz, Barcelona'yı görmek istediğinde, uçak biletlerinin aşırı pahalı olmasından dolayı yolumuzu kuzeye çevirmiştik. Bu sefer kıştan biletimizi aldım. Dönüşümüzü Madrid yaparak iki şehir görme fırsatı yarattım. Barcelona benim 2005 yılında gördüğüm bir şehirdi. Çok da sevmemiştim. Şimdi oğlum ile beraber tekrardan bir fırsat yakalamıştı Barcelona.

18 Haziran 2025 İspanya seyahatimizin ilk günü. Sabah saat 12.30 uçağıyla Sabiha Gökçen’den Barcelona El Prat Havalimanı’na geldik. Uçakta bir gecikme olmadı, hatta 10 dakika erken indik. Ama pasaport kuyruğu inanılmaz uzundu. Yaklaşık 1.5 saat sırada bekledik. Sorun, inen uçakların fazlalığından çok, açık pasaport noktalarının azlığıydı. Neyse ki sıranın sonuna doğru biraz hızlandı. Kontrol kısmı detaylı değildi, hızlı geçtik.

Terminalden çıkınca AeroBus’a binmek için T2 durağına yöneldik. T1'den T2'ye kısa bir yürüyüşle ulaştık, yaklaşık 5 dakika. AeroBus kişi başı 7.50 Euro, her 5-10 dakikada bir kalkıyor ve 38 dakikada şehir merkezine ulaşıyor.

Otobüsten indikten sonra Hostal Apolo’ya yürüyerek gitmeye karar verdik. 20 dakikalık bir yürüyüştü. Düz bir cadde boyunca denize doğru indik. Hava sıcak, midemiz açtı. Yol üstünde birahaneye benzeyen küçük bir tapas bar gördük, iki sandviç ve bir şişe su aldık. Toplamda 12 Euro verdik. Böylelikle sabahtan beri aç olan midelerimizi susturduk. Otel büyük bir bina. Bizim odamız basit, iki yatak, tv, balkonu ile yeterli ama harika diyemem. Balkonun baktığı sokakta çalışmalar olduğundan görüntü de keyifli değil. 18.30'a kadar otelde dinlendikten sonra La Rambla’ya doğru yürümeye başladık. Değişik bir turist kitlesi var. Kristof Kolomb anıtına uğrayıp liman tarafına indik. Time Out marketi dolaştık ama beğenmedik. Poyraz bir süre sonra ayaklarının çok ağrıdığını söyledi. “Sana ayak masajı yaptıralım mı?” dedim. Tabii ki nefret eder, “Hayatta olmaz” dedi. O an tam önümüzde dört tane ayak masaj salonu birden belirince çok güldük. Artık yürüyemeyeceğini söyleyince onu otele geri götürüp tekrar dışarı çıktım. Amacım günü güzel bir yemekle sonlandırmaktı. Akşam yemeğini La Guelle Tapas Bar’da yedim. Enginar çiçeği, biber dolması, rus salatası, ve bir kadeh sangria. Hepsi toplam 23 Euro tuttu. Başarılı diyebileceğim bir yemek değildi. Yolculuğun ilk gününe verip, yorgun bedenimi dinlendirmeye otele götürdüm.


**********************************************************************************

Sabah saat 8 gibi kalktım. Poyraz biraz daha geç uyandı. Otelden çıktık ve ilk durağımız La Boqueria oldu. Burası Barcelona’nın yerel pazarı. Çok canlı, rengârenk, biraz da kalabalıktı. Poyraz, çikolatalı kruvasan ve bir kek – sanırım elmalı kek gibi bir şeydi – yedi. Ben kruvasanın arasına Iberian jambon ve peynir koydurdum, onu yedim. Lezzetliydi. Pazarın içinde dolaşmaya devam ettik. Küçük bir tapas standında, ekmek üzerinde levrek yedim. Bir lokmalık ama 6 Euro'ydu. İki tane de sosis denedim, farklı yerlerden, ikisi de güzeldi. Diğer Avrupa pazarlarından çok pahalı ve yetersizdi. 


La Boqueria'dan çıktıktan sonra Casa Batlló ve Casa Milà'ya doğru yürümeye başladık. Gaudí’nin bu iki ünlü binası için şehir boyunca yavaş yavaş yürüdük. Yolda, cadde üstünde bir kafeye oturduk. Ben bir Americano kahve içtim. Poyraz buzlu latte istedi ama kahvesini ilginç bir şekilde getirdiler; buzlar ve kahve ayrı geldi, biz birleştirdik. Yanına da meyveli yoğurtlu bir kase söyledik. Toplam hesap 8.90 Euro tuttu. La Boqueria’da sadece ekmek üstü levrek için 6 Euro verdiğimi hesaba katarsak, bu fiyat oldukça uygundu.

Şehir merkezinden yavaş yavaş uzaklaştıkça daha yerel, daha sade, daha ucuz ve daha keyifli yerler karşımıza çıkıyor. Merkez çok turistik, fiyatlar yüksek ve doğru düzgün oturacak yer bulmak bile zor. Dışarıya çıktıkça her şey daha gerçek hissettiriyor. Yürümeye devam ettik. Casa Batlló ve Casa Milà’yı dışarıdan gördük, detaylıca inceledik. Sonra rotamızı Sagrada Familia'ya çevirdik. Hava çok sıcaktı ve çok fazla yürüyorduk. O yüzden bir kafede daha mola verdik. Biraz gölgede oturduk, dinlendik. Sonra yine yürümeye başladık. Bu sefer rotamız El Born bölgesi oldu. Eski Roma şehrinin kalıntılarını gördük. Gerçekten çok güzel bir düzenleme yapmışlar, tarih ve modern mimari iç içe. Sonrasında Barceloneta Plajı'na kadar yürüdük. Plaj oldukça kalabalıktı ama temizdi. Deniz de oldukça berraktı. Yarın sabah burada yüzmeye karar verdik.

Öğlen yemeğini Barceloneta tarafındaki şirin bir restoranda yedik. Poyraz tavuk burger sipariş etti ama tavuk burger yerine klasik hamburger geldi. Değiştirmek istemedi. Ben deniz mahsullü paella söyledim. Gerçekten harikaydı. Uzun zamandır böyle güzel bir paella yememiştim. Garsonlar çok nazikti. Poyraz’ın yemeği yanlış geldiği için özür dilediler ve onun yemeğinin ücretini almadılar.


Yemek sonrası otobüsle otele döndük. Biraz uyumayı planladık. Ben kısa süreli uyudum. Poyraz uyumadı, telefonla oyalandı.

Saat 18.30’dan sonra Picasso Müzesi’ne gitmek için tekrar dışarı çıktık. Ücretsiz saatlerdi. Gotik Mahalle'ye yürüyerek gittik. Yol üstünde Barcelona Katedrali'ne denk geldik. O da tam ücretsiz giriş saatine denk geldi. Katedral çok büyüktü ve özellikle iç avlusu çok etkileyiciydi. Ağaçlar, çiçekler... Başka hiçbir katedralde böyle bir şey görmemiştim. 


Picasso Müzesi’ne vardık ama kuyruk çok uzundu. Beklemek istemedik. Yakındaki bir dondurmacıya oturduk. Sonra Gotik Mahalle sokaklarında yürümeye devam ettik. Bir meydanda Santa Maria del Mar Kilisesi’ne denk geldik. Yol boyunca farklı farklı müzisyenler vardı. Haziran akşamlarının bir güzelliği bu galiba. Kimi yerde elektro gitar çalan birini dinledik, kimi yerde klasik müzik yapan düet bir grubu izledik. Başka bir meydanda toplu bir müzik performansı vardı. Yürüyerek ama ara ara durarak hepsini dinledik. Çok tatlı, keyifli anlar yaşadık. Keşke daha çok durabilseydik. Çok aç olmasak da bu kadar tatlıdan sonra tuzlu bir şeyler yiyelim dedik. Bir tapasçı bulduk. Poyraz ekmek üstü tavuklu bir tapas söyledi (tost istemişti ama bu şekilde geldi). Ben de “ayın tapası” dedikleri bir tabak söyledim: yumurtalı, patlıcan püreli, Iberian jambonlu zengin bir sunumdu. O anda ilk kez gerçekten sohbet edip güldük. Yorulmuştuk ama keyfimiz yerindeydi. Sonra yürüyerek otele döndük.

Gün sonunda 29.500 adım atarak Poyraz'la adım rekorumuzu kırdık. Kendi başıma yaptığım hiçbir gezide bu kadar yürümemiştim. Otele geldik, kendimizi yatağa attık. Günü kapattık. Efsane bir gündü. Yarın sabah Barceloneta’da yüzme, sonra Gotik sokaklara geri dönüş bizi bekliyor.

********************************************************************************

Saat 08.30 gibi kalktık. Şortlarımızı giydik, havlularımızı aldık ve tek otobüsle Barceloneta Plajı’na doğru yola çıktık. Yol yaklaşık 20 dakika sürdü. Plaj, benim hatırladığımdan ve hayal ettiğimden çok daha güzel, çok daha temiz çıktı. Sabah saatleri olduğu için etraf oldukça sakindi. Hemen havlularımızı serdik ve kendimizi Akdeniz’in tertemiz sularına bıraktık. Yaklaşık 15 dakika yüzdük. Su berraktı, serinletici ama yumuşak. Sonra kumlara oturduk, belki de Cebelitarık'dan buraya kadar ulaşan rüzgarlarla kuruduk. Etrafımızda sabah sporunu yapanlar, voleybol oynayanlar, hafif müzik eşliğinde plaj sabahını yaşayan insanlar vardı. Bu sabah aktivitesi, Barcelona’ya ilk kez ısınmama neden oldu. Şehirle bağ kurduğum anlardan biriydi. Yüzdükten sonra plajın hemen arkasındaki dar ve serin sokaklara girdik. Küçücük, gölgede kalmış bir kafeye oturduk. Poyraz, kruvasanın içine peynir ve jambon koydurdu. Ben de jambonlu ve brie peynirli bir sandviç aldım. Poyraz buzlu latte içti, ben de Americano. Hem kahvaltı hem de dinlenme için çok güzel bir yerdi. Sessiz, gölgeli ve hafif bir serinlik vardı. Kahvaltıdan sonra tekrar otobüse bindik ve otele doğru döndük. Günün daha yeni başladığını hissederek...


Saat 10.30 gibi otelden çıktık. Yine Gotik Bölge’ye yöneldik ama bu sefer biraz daha yukarı kısımlarına girdik. Orada karşımıza bir pazar çıktı. İçeride dolaştık, birkaç tezgahtan geçtik. Sonra küçük bir yere oturduk. Ben morina balığı yedim. Poyraz ise bolonez soslu makarna söyledi. Sade ama güzel bir öğle yemeğiydi. Sokaklarda dolaşmak kadar durup bir yerde soluklanmak da iyi geliyor insana. Oradan kalktıktan sonra tekrar sokaklara düştük. Gotik ve muhtemelen El Born bölgesinin içlerine doğru yürümeye devam ettik. Yol üstünde bir dondurmacıda mola verdik. Hava gerçekten çok sıcaktı, dondurma iyi geldi. 

Katedralin karşısındaki banklara oturup meydanı seyrederken arkamızda yarı sarhoş yarı akli dengesi yerinde olmayan biri sürekli bağırıyordu. Bir on dakika sonra yanımızda oturan, evsiz olduğu belli ama düzgün ve temiz yüzlü biri, bu adamın derdi ne acaba deyince aramızda sıcak bir sohbet başladı. Dediğine göre İrlandalı ve pasaportunu kaybettiği için yenisinin çıkmasını beklerken parasız kalmış. Hikayenin doğru olup olmaması umurumda değil, nasıl ki bunları ben uyduruyorsam o da kendi hikayesini uydurabilir. Poyraz ile muhabbeti, şakaları ile dünyanın bir yerinde hayatın ruhuna ve gözlerine dokunduğumu hissettim. Oğlumun da bu ana şahit olması ise tarifsizdi benim için.

Sıcak bunaltıcı hâle gelince, saat 15.00 civarında tekrar otele döndük. Otel odasında biraz dinlendik. Poyraz oyun oynadı, video izledi. Ben de elimde tabletle biraz okul araştırması yaptım. Zira Poyraz LGS'den yeni çıkmıştı. Mevcut şartlarla en iyisini yapmaya çalışıyorduk ve rahmetli Vedat Okyar'ın dediği gibi, eğer Beşiktaşlı isen hakemi de yenmen gerekiyordu. 


Saat 18.00 gibi tekrar dışarı çıktık. Bu kez hedefimiz, Poble Sec taraflarından  tepeye çıkmaktı. Yukarı çıkarken hafif bir yokuş olsa da, manzara harikaydı. Şehrin genelini, limanı, geniş bir açıdan görmek çok iyi geldi. Tepeyi aştıktan sonra Poble Espanyol’a ulaştık. Ama açıkçası büyük bir hayal kırıklığıydı. Eskiden geldiğimde burası cıvıl cıvıl, kalabalık, rengarenk dükkanlar ve müziklerle dolu bir yerdi. Ama bu kez akşam saatinde gittiğimiz için neredeyse her yer kapalıydı. Dükkanlar, kafeler, sokaklar sessiz ve boştu. Kimsenin akşam saatlerinde gitmesini tavsiye etmem. Gündüz bile olmayabilir belki ama akşam kesinlikle değil. Orada sadece bir kahve içtik. Sonra yeniden yürüyerek şehre doğru inmeye başladık. Gün yavaş yavaş kapanıyordu ama hafif bir rüzgâr çıkmıştı, yürüyüş daha keyifliydi.

20 Haziran da böyle geçti. Sabah deniz, öğlen Gotik sokaklar, akşam tepeden şehir…Hem çok yürüdük hem de çok farklı tatlar, hisler yaşadık.

*********************************************************************************

Sabah 07.15 gibi kalktım. Havlumu ve çantamı alıp tek başıma otobüsle Barceloneta Plajı’na gittim. Erken saat olmasına rağmen plaj şaşırtıcı şekilde kalabalıktı. Denizde sup yapanlar vardı. Sanırım burada sup kiralama noktaları ve okulları var. Deniz yine tertemiz ve harikaydı. Kumsalda geceyi geçirmiş, orada uyuyakalmış insanlar da hâlâ yerlerindeydi. Ben denize girdim. Serin, berrak ve çok canlandırıcıydı. Yüzdükten sonra yine önceki gün gittiğimiz küçük kafeye uğradım. Guacamole, kırmızı soğan ve yumurtalı bir sandviç yedim. Yanında kahvemi içtim. Sessiz, sade ve çok keyifli bir sabah oldu. Sonra tekrar otobüsle otele döndüm. Poyraz ben geldiğimde uyanmıştı. Duş aldım, biraz dinlendik ve tekrar dışarı çıktık. Bu sefer deniz kıyısına paralel binaların arasından yürüyerek yine Barceloneta tarafına doğru yöneldik. Yolda bir yerde Poyraz kahvaltı etti. Ben de ona eşlik ettim. Daha sonra Barceloneta'da bir Yunan pastanesine girdik. Tatlı dondurmalar yedik. Ben ayrıca bir tane de bougatsa yedim (Yunan tatlısı). Tatlılar, deniz havası ve gölgeli sokaklarla çok güzel bir öğle sonrası oldu. Sahilden yürüyerek tekrar otobüse bindik ve otele döndük. Şimdi biraz dinleniyoruz. Az sonra Katalan Ulusal Sanat Müzesi’ne çıkacağız.


Otelde yaklaşık bir buçuk saat dinlendikten sonra saat 14.30 gibi tekrar dışarı çıktık. Rotamız bu kez Katalan Ulusal Sanat Müzesi (MNAC) oldu. Yolda Poyraz’la biraz tartıştık. Ufak bir gerilim yaşandı. Bu yüzden yolculuk biraz hüzünlü ve içe kapanık geçti. Müzeye biraz geç varabildik. Müze tepede yer alıyor ve oraya ulaşmak sıcakta epey yorucuydu. Varınca içeri girdik ama çok detaylı gezemedik. İçeride birçok tablo vardı, ama açıkçası dikkatimiz de dağılmıştı, karnımız da açtı. Bu yüzden fazla oyalanmadan çıkıp otobüse binerek tekrar Gotik Bölge'ye yöneldik. Orada bir  restorana girdik. Ben hâlâ biraz üzgün olduğum için olsa gerek bir kadeh kırmızı şarap canım çekti. Yanında da, 250 gram antrikot, chorizo (İspanyol sucuğu), ve nohutlu işkembe tabağı söyledim. Poyraz ise kendine, tavuk burger ve nachos sipariş etti. Patlayacak kadar doyduk. Bu akşam yemek hem midemizi hem ruhumuzu doyurdu. Yemekten sonra hafif hafif yürüyerek otele döndük. Henüz erken bir saatti ama oldukça yorulmuştuk, ruhen de bedenen de. Otele gelir gelmez dinlenmeye çekildik.


Bugün de böyle geçti. Sabahın huzuru, öğlenin sıcağı, akşamın yorgunluğu ve sonunda gelen sessizlik…

***********************************************************************************

Sabah kalkıp hazırlandık. Saat 09.00 gibi otelden çıktık. Bir önceki gün kahvaltı yaptığımız yere tekrar gittik. Bu kez iki küçük sandviç yedik, kahvelerimizi içtik. Ardından otobüse binip tren istasyonuna doğru yola çıktık. İstasyona vardığımızda ilk fark ettiğim şey, karşılama alanının küçük olmasıydı ama içeride çok sayıda tren vardı. Girişte çantalar x-ray’den geçti. Oldukça uzun bir kuyruk vardı. Bu karmaşa içinde yiyecek bir şey alma fırsatımız olmadı. Zaten birkaç küçük büfe dışında, diğer büyük tren istasyonlarındaki gibi bir şeyler gözüme çarpmadı. Trene bindik. Yaklaşık 10 dakika gecikmeli kalktı. Yol boyunca internete ulaşmak neredeyse imkânsızdı. Pek keyifli bir manzara da sunmadı bu rota. Açıkçası, Barcelona–Madrid arasındaki tren yolu çok etkileyici değildi. Yine de tren tam saatinde Madrid’e ulaştı. Ve işte, Madrid istasyonu. İstasyona indiğimiz anda “evet, burası İspanya” dedim. Çünkü Barcelona bir dünya şehri, fazla turistik, biraz da kaotik. Üstelik orada hep bir kanalizasyon kokusu vardı. Ama Madrid daha İspanyol, daha karakterli, güzel kokularla karşıladı bizi. İlk izlenim hemen içime sindi.

Otele geldik. Otelimiz eski bir binanın içindeki katlardan biri. Odamız sade ama sevimli. Özellikle tuvalette gün ışığı olması çok hoşuma gitti. Küçük ama ferah detaylar. Sonra hemen yakındaki bir İtalyan pizzacısına geçtik. Ben bira, Poyraz ise sprite söyledi. Masaya önce kızarmış pirinç topları geldi. Ardından pizza ve makarna gelecekti.


Uzun uzun sokakları yürüdük ve Madrid'de geceye rüyalar bıraktık.

*********************************************************************************

Sabah kalktık ve düğüm düğüm, kıvrılarak ilerleyen Madrid sokaklarından yürüyerek bir Güney Amerika–Meksika–Asya pazarı gibi karma bir pazara doğru yöneldik. Pazar küçük ama çok karakterliydi. Hem taze balık ve et ürünleri satan yerler vardı, hem de çeşitli hazır yiyecek stantları. Ben burada kahvaltı olarak, önceden sosta haşlanmış, sonra yağda kızartılmış domuz eti yedim. Yanında klasik Meksika mutfağından bir tabak. Kireçli suda bekletilmiş mısır (nixtamalize edilmiş), kırmızı soğan, ve tatlı patates vardı. Gerçekten güçlü ve derin bir tattı. Poyraz burada bir şey yemedi.


Sonra başka bir mekâna oturduk. Poyraz burada iki tane kruvasan yedi. Ben ise bir yoğurt kase söyledim ve kahvemi içtim. Sabahın ikinci bölümü daha sade ve dingin geçti. Sonrasında Kraliyet Sarayı'na doğru yürüdük. İçeri girdik, sarayın farklı bölümlerini gezdik. Tarihin içinde dolaşmak gibiydi, ihtişamlı salonlar, duvar süslemeleri, devasa avizeler. Ardından Kraliyet Mutfağı’na geçtik. Bakır tencereler, fırınlar, kalaylı büyük kaplar. İlginçti, çünkü bir ülkenin mutfağı aslında tarihinin çok sessiz ama güçlü bir anlatıcısı.

Günü tamamlamadan önce, otelimizin yakınlarında bir dondurmacıya uğradık. Tatlımızla birlikte hafifledik. Sonra otele döndük,  dinlenmeye geçtik. Bugün biraz daha ağır adımlı, daha içe dönük ve kültür dolu geçti. Yarın yeni tatlar, yeni sokaklar, belki de başka bir meydan bizi bekliyor.

 


*********************************************************************************

Sabah, Poyraz henüz uyanmadan tek başıma dışarı çıktım. Sokağın başındaki küçük kafeye oturup gelen geçeni seyrettim. Poyraz uyandıktan sonra yürüyüşe çıktık. San Miguel Pazarı tarafına doğru yürüdük. Sokak sokak dolandık, Madrid’in gölgeli taş zeminlerinde ağır adımlar attık. Öğleye doğru, biraz yorulunca odamıza dönüp dinlendik.

Akşamüstü saat 17.00’de, Templo de Debod’a gittik. Mısır’dan getirilen antik bir tapınak. Tam biz dolaşırken hava aniden kapandı. Gökyüzü karardı, yağmur bulutları geldi, şimşekler çaktı, rüzgâr yükseldi. Her yer bir anda toz bulutlarıyla sarıldı. Sanki şehir bir film setine dönüşmüştü, o kadar dramatikti. O akşam için bir İspanyol restoranına rezervasyonum vardı. Yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşle oraya vardık. Tam vardığımızda yağmur da başlamıştı. Restorana girdik. Poyraz için bolonez soslu bir makarna, benim içinse klasik ama güçlü İspanyol tatlar: Madrileño usulü işkembe (callos a la madrileña), Kan sosisi (morcilla), ve kızartılmış domuz kulağı (oreja de cerdo frita) söyledim. Yemekten sonra hafif hafif yürüyerek otelimize döndük. Hava hâlâ ıslaktı, ama içimiz toktu, adımlarımız sakindi. Günü kapattık.


Böylelikle yedi günlük turumuz sona erdi. Dünyanın bir köşesini daha, bu sefer oğlum ile birlikte adımlamak kalbimin en şaşalı köşelerinden birine hatıra olarak kondu. Adımlarımı yavaş yavaş ona devretmek ona bırakacağım en anlamlı miraslardan.




12 Haziran 2025 Perşembe

ADINI SÖYLEMEDEN

 

Rüzgar bulutları ittirmek zorunda kalmadı, deniz kiminin istediği gibi soğuk kiminin istediği gibi sıcaktı. Motorlar, vapurlar zamanında kalktı adalara. Çocuklara okuldan ödev verilmemiş, kimsenin hafta sonu mesaisi yoktu. Bulgur pilavı, ayşekadın fasulye yerine türlü türlü etler, soğuk sıcak çorbalar, veganlar için zeytinyağlılar ve hatta hala beğenmeyenler için pizzalar, pideler, hamburgerler. Hafta sonu tüm futbol takımları galip gelmiş, sevgililer de kavga etmemiştir.

Böyle güzel bir Cumartesi ve Pazar günüdür işte. Daha ne olsun, herkes mutlu, herkesin keyfi yerindedir. Pazar günü ikindiden sonra düşünmeler başlayana kadar. İlkokula giden çocukların anneleri tırnaklarını kesmeye, aslında Cuma günü verilen ödevler hatırlanmaya başlamıştır. Çarşamba günü ortaya çıkan işlerin haftaya ertelendiğini alarmlar gün yüzüne çıkartmıştır. Hava hala mis gibidir ve bozulmaya niyeti de yoktur. Deniz mavi ve pürüzsüz, gece yıldızlarla doludur. Ama herkesi bir kaygı almış, dönüşü yok gibidir. Çaylar, kahveler, dondurmalar, filmlerle uzatmaya çalışırlar. Ay en tepeye çıkar. Uykulara yatılır, bu gece sanki daha soğukmuş gibi daha kalın şeyler örtülür.

Bir türlü zamanın geçmediği, ayın tepeden inmediği, karanlığın sabaha kavuşamadığını anlamaya ilk kim başlamıştır bilmiyorum. Ama uykular bitip gecenin sabaha kavuşmadığını, hatta aslında zamanın 23.59’dan sonrasına hiç ilerlemediğini ve takılı kaldığını anlamaya çalışan insanlar çaresizdi. Saatler artık 60 dakika düzeninde akmıyordu. Dakikalar 60 saniye değil idi. Aslında zaman yoktu. Zamanı ölçmek, adlandırmak artık mümkün değildi. İnsanlık tanımlayamadığı bir durumun içinde idi. Asıl sorun ise bunu çözmek için ellerinden hiçbir şey gelmiyordu.

Sonra…sonra televizyonda bitmek bilmeyen tartışmalar, konuşmalar süregeldi. Ne okula gidilebiliyordu, ne işler başlayabiliyordu. İstediği olmuştu insanoğlunun. İşte insan o zaman anladı. Bütün suçu birine atmışlardı. O gelmese her şey çok güzel olacaktı. O bir geçse gitse idi bütün işler hallolurdu. İşte şimdi o da adını söylemeden gitmişti. Ama onsuz bütün zaman çökmüştü. Pazartesi gitmişti. Zamanın bulunuşundan beri, bütün başlangıçları onun sırtına atışımızdan, cumanın kıs kıs alay etmelerinden bıkmıştı. Doğada kuşların, yağmurun, rüzgarın onu hiç şikayet ettiklerini duymamıştı. En çok onlara üzülmüştü. Onun da bir sabrı vardı, haklı idi. Çekip gitmişti. Kuşlar da bir şey diyemiyordu, denmezdi. Böyle bir varlıktı insan. Diğerlerini de bu zamansızlığa sürüklemişti. Şimdi insanlık onu varlığı ile suçladıkları gibi yokluğu ile suçlayacaktı. Cuma bu sefer gülemeyecek ama bir daha yaşanmayacağı için acı içinde söylenecekti.  Pazartesi işte bunlara rağmen çekip gitti. Bilirsin bir giden bir daha gelmez. Gelse de aynı olmaz. Pazartesi de bunu bildiğinden hiç gelmedi. Motorlar ve vapurlar da gelmedi, adadaki insanlar adada kaldı.



 

8 Mayıs 2025 Perşembe

Yaşadığın Bütün Günler Kutlu Olsun Anam

 


Dışarıda geçen tüm hikayelerime babamı koymuşum. Hiç içeride hikaye anlatmamışım. Oysa annem hep içerdeydi. Bizim kale gibi, hüzünlü, melankolik ama sıcak evimizde. Babamın diktatörlüğü ile yönetilen, ama annemin görünmez hükümdarlığındaki evimizde. Her ay sahibine para ödediğimiz ama aslında bizim olan evimizde. Babam sabah erken ama çok erken dükkana gittiğinde, ev tamamen anneme kalmaz mıydı? Kalmazdı, burada tuzağa düşme sevgili okur. Çünkü ben kardeşim daha doğmadan önce hep evde idim. Okuldan önce, sokakta zamanım geçmedi. Hatta kar yağdığında bile sokağa çıkmadım. Gece sokağa yağan kara bakıp, karların üzerine umarsızca basan ve eriten insanlara camdan söylenerek baktım.

Bizim Saray apartmanımız koskoca bir sokaktı. İki tane cic'annem ve kızları. Hatta bazısının kızlarının çocukları. Bir karşı dairedeki Semiha cic'annemde, kalan zamanlarda iki kat üstteki Neziha cic'annemde. Semiha cic'annenin üç kızı, Sevtap, Oya ve Semra. Neziha cic'annenin  ise iki kızı vardı; Ayşe ve Emine. Hikayenin daha başlarında, belki de vurucu bir son yapabileceğim  konuyu sana şimdiden söyleyeceğim. Bu konuyu senelerce içimin saklanan dehlizlerinden anca çıkarttım. Daha da fazla kalmasın. Yazının sonuna doğru olması, yıllarca uğradığı haksızlığa bir kez daha uğraması demek değil de nedir? Zaten bu hikaye de anamın hikayesi, rol çalmasın. Ben anladım ki çoook sonradan, Emine Teyze'ye aşıkmışım. Ona öyle hayran, hayatının başında, ne olduğunu tanımlayamadığı bir duygu ile baş ettiğini bile bilmeden, gömmüşüm usulca küçük parmaklarımla daha incecik bir toprak tabakası ile kaplı yüreğime. Tabi yıllar geçtikçe, antik bir şehrin üstünün tepelerle, ağaçlarla örtülmesi gibi örtülmüş. Şimdi bu kutsal hazine, bir küçük çocuğa saygı, hissettikleri adına ve  onuruna bir müzede sergilenmesin mi? Emine Teyze deyince, görüntüsü nasıl gelir biliyor musun? 6.kat, 22 nolu dairede, bizim evin melankolik havası aksine neşeli ve eğlenceli ortamında, apartman boşluğuna bakan camın yanındaki yuvarlak masada, sarı saçları, kırmızı kazağı ile yüzünü elleri arasına almış, ikimizin de hasta olduğu bir fotoğraf. 

Sen al buradan istersen başka bir hikayeye çık ama ben annemi anlatacağım. Annem çok cesur kadındır. O naif, zarif görüntüsünün altından, hiç ummadığın kaplan yüreği çıkmayagörsün. Ha bu arada nedensiz çıkmaz o cesurluğu. Her şeyi dengededir. Bunu da niye yaptın diyen biri çıkmaz. Bizim apartmanda çaylar, börekler, kekler her hafta birinde (bilmem belki de ikisinde) gırla giderdi. İşte böyle günlerden bazılarında anahtarını evde unutanlar olurdu. Annem apartman boşluğunda, yan daireden diğerine girmenin yolunu keşfetmişti. Birinin mutfağından diğerine atlayınca, anahtarı içeride unutulan evin mutfak balkonuna girer. Eğer mutfak kapısı açıksa kolayca içeri girer, kapıyı açardı. Mutfak kapısı kapalı ise de bir güzel camı kırar yine girerdi. Ha bu arada bir balkondan diğerine atlayacak yürek de bir annemde vardı. 

Bak şimdi cesurluğu dedim de, başka bir hikaye daha geldi aklıma. Bir gün ben apartmanın önündeyim. Yaşım ya var on üç ya on dört. Yukarından koşarak ilkokuldan dostum Ergin'in kardeşi Murat iniyor. Abi kurtar diyerek. Arkasında da biri sanırım kovalıyor, ben yaşlarda muhtemelen. Murat'a gir diyorum içeri. Ben müdahale ediyorum. Bunlar oluyor mu bir kişi iken beş kişi. Ben ortalarındayım. Ama baş edemiyorlar benle. Aşağı tarafa gidiyorlar. Aradan biraz vakit geçiyor, bunlar bütün mahalleyi toplayıp üstüme doğru aşağıdan geliyorlar ama nasıl bir kalabalık:) Artık o noktadan sonra, ne olacak derken, annem cama bir çıkar, ne dediği ne yaptığı, o kalabalığı nasıl dördüncü kattaki camdan geri gönderdiğini hafızamı zorlasam da bulamam hala.

Anam anam benim garip anam...Yazdıkça neden bugüne kadar onunla ilgili anılarımı yazmadığımı anlıyorum. Çünkü babam ne kadar dışa dönük ise annem o kadar içinde idi. Babam ne kadar hikayelerle, maceralarla dolu ise annem o kadar kısa, öz, netti. Ortaya anlık çıkar, sorunu çözer ve kabuğuna çekilirdi. Babam ne kadar yüksek sesle bir o yana bir bu yana gidip, bir şeyler anlatsa, bir sonraki hikayeye yollar yapsa; annem o kadar konuşmadan, hatta görünmeden yapacağını yapar çekilirdi. O yüzden de annem hep görünmez kahramandı. Kendi hikayesini anlatmamamı o istemiş gibi gözükmüyor mu? Kimse anlatmasın, kimseye anlatacak malzeme vermesin. O zaman anne, özür dilerim ama oğlun, Kerametli Robinson, Düş Tarlaları'nın hayalperesti, zamansız dünyaların seyyahı, tekrar affına sığınarak, "Belki de bunlar yaşanmamıştır ve ben uyduruyorum" diyerek, senin gizli dünyanı anlatacak. 

Aslında anne biliyorsun. Yazılarımın, yarattığım bu hayal aleminin, en başını, tek kuralını sen demedin mi bana? Biliyorum yine kendini her şeyin gerisine çekmek istiyorsun. Sana, çocukluktan anlattığım anılarımda böyle bir şey yok diyerek, yaşadığımız bazı şeylerin, çoğu şeyin ve hatta her şeyin "Bütün bunlar belki de hiç yaşanmamıştır ve ben uyduruyorumdur" sonucuna vardırdığın oğlunun kurduğu evrenin mimarı tabi ki sensin. Cem Karaca bizim evin önüne hiç park etmese de, minarenin arkasında Allah olmasa da; sen bütün anlattığım hikayelerin gizli kahramanı, o hikayeleri yazan, hayatım boyunca dönüp dolaşıp aradığımsın. 

Yaşadığın bütün günler kutlu olsun Anam...


10 Nisan 2025 Perşembe

5. Ayakta Yatanlar



Dükkana git.

Köpegi sal.

Radyoyu aç.

Çayı demle.

Kapının önünü süpür.

Sonra...sonra bekleyeceksin.

Güneşin aydınlattığı ve yavaş yavaş ısıttığı Küçükodalar sokağına vardığımızda babam sıra ile bu işleri yapardı. Sıralama şaşmazdı. Onunla beraber gittiğimde, bütün gece çişini tutmuş köpeği bazen ben dolaştırırdım. Aslında o beni dolaştırırdı. Zincir halkalarına bazen elim sıkışır, kan otururdu. Yine de en sevdiğim köpeğin beni dolaştırması idi. Ne çay demlemek, ne süpürmek. Ha babam hortumu çeşmeye takıp, ucunu büzerek tazyik yapar ve yerleri temizlerken çok özenirdim. Ama o işi bana yaptırmazdı. Çok nadir verdiğinde de beğenmez hemen elimden alırdı. Köpekle öyle mi idi? Babam kendi işlerini yapar, biz de sokaklarda köpeğin kakası ve çisi için dolaşırdık. O zamanlar elinde torba ile bokları toplamak zorunda da değildin. 

O sabahlarda kahvaltı olarak ne yediğimizi düşündü isem de hatırlayamadım. Ama bazı sabahlar, bol pudra şekerli kürt böreği yerdik. Tabi ki böreği almaya ben giderdim. Babam börek almaya giderken hiç Doğan Ustanın oğlu olduğumu söylememi istememişti. Ben de fırına ve nalbura giderken söylemekten sıkıldığım bu cümleyi tekrar etmek zorunda kalmamıştım.

Ustalar yavaş yavaş dükkana gelmeye başladıklarında "umut" etmeye de başlarlardı. Hatta bence evlerinde uyanıp, yüzlerini yıkamaya gittiklerinde ve tuvalete oturduklarında başlarlardı umut etmeye. Yoksa her gün nasıl geçerdi? Arabanın sol çamurluğuna kaynak tutup, çekiçleyip, soğusun diye benim kovaya süngeri batırıp sürmem arasında geçmezdi. İnce zımpara ile koca Nova'yı zımparalamakla hiç geçmezdi.

Bir umut lazımdı. O yüzden ustalar ilk is bir altılı ganyan bülteni aldırırlardı bana. Çekicin sesine, zımparanın sürtünme sesi karışırken, ayaklarda hangi atların gelebileceği tartışılırdı. Sonra oturulur eldeki paranın el verdiği ölçüde atlar yazılırdı. Ne var ki beşinci ayakta gelebilecek üç at vardır ve eldeki para yetmemektedir. Bu durumu kurtarabilecek şey Doğan Ustaya bugün altılıda parayı bulacaklarını ama para gerektiğini söylemektir. Doğan Usta ikiletmez ve kupona ortak olur. Çünkü Doğan Ustanın da umuda ihtiyacı vardır.

Ayakların koşulacağı saatler bellidir ve üç sokak ötedeki ganyan bayiye gidip sonuçları ögrenmek benim işimdir. Öğlen güneşi kendini ikindiye doğru devirmeye başladığında ben dört kez bayiye gidip, siyah tahtanın üstüne yazılan atların numaralarını öğrenip, dükkana koşmuşumdur. Son iki ayak kalmıştır ve 4/4 gidiliyordur. Gün kendini bitirmeye hazırlanıyorken keyifler yerindedir ve altılının bugün kaç lira verebileceği hesaplanmaya başlamıştır. Çünkü beşinci ayağa üç at yazılmış. Altıncı ayak da zaten garantidir. Beşinci ayak zamanı gelince beni hızlıca bayiye yollarlar. Ben bile heyecanlanmışımdır. Ganyancı tahtaya henüz kazanan atı yazmadığı için karşısındaki kaldırıma oturur beklerdim. Sonra...sonra dükkana gitmek istemezdim. Çünkü bir dükkan insanın umutlarının kırıldığını benden öğrensinler istemezdim. Sonucu söylediğimde bazı ustalar benim bir daha gidip bakmam konusunda ısrar ederlerdi. Beşinci ayakta yazdıkları üç at gelmemiştir ve sürpriz bir at gelmiştir, mümkün olmamalıdır bu durum. Doğan Usta bir daha onların gazına gelmeyip para vermeyeceğini söyler. Herkesin başı önüne eğilir, gün bir umutla bu kadar gitmiştir. 

Herkese bir umut lazımdır. Sabah kalktığında o günü güzel bir gün kılacak bir umut. O yüzden umut devam etmelidir. Beşinci ayakta yatsan da...


Tüm beşinci ayakta yatan kaporta ve boya ustalarına rahmet, saygı ve selamla...

26 Mart 2025 Çarşamba

Floransa - 2

 
                 

                 

Otel aslında kocaman bir hostel. Ortaokul ogrencileri etrafta bagırışıyor. Odam 5.katta ve terasın hemen yanında. İçerisi fena değil. Penceresi Duomo'nun kubbesini görüyor. Tuvalete girip hemen dışarı atıyorum kendimi. Bu saatte nerede yiyeyim diye düşünmeden Mercatoya yani pazara doğru yol alıyorum. Pazarın ilk katı aksamları kapanıyor. İkinci katında yerel lezzetlerin ve içkilerin olduğu bar ve restoranlar var. Alıp ortadaki masalarda yiyorsun. Çoğu Avrupa sehrinde bu var. Vakti olmayan icin harika bir fırsat. Yerel lezzetlerin hepsini bir yerde buluyorsun. Genelde de iyi olurlar. Yazının burasında bir talebim olacak sevgili okur. Yazarken bu noktalamalı harfleri kullanırken ingilizce olmayan harflerde, o harfin üzerine basıp tutman gerekiyor ve bu beni yoruyor.  Bu durum yazı yazma şevkimi kırıyor ve yazı tam akarken, parmağım harfin üzerinde takılı kalıyor. Sürekli arkama dönüp "hadi ama" demek zorunda kalıyorum. Zavallı parmaklarım da, sokakta annesinin arkasında düşmüş ama annesi fark etmemiş çocuk gibi, annesine mi yetişsin, canının yandığına mı acısın. O yüzden bi zahmet noktalamalı harfleri siz uyduruverin olur mu:) 

Domuz kaburga harika idi. Sosisler icin ayni seyi diyemeyecegim. Ama karnim doydu. Artik biraz yuruyup, odama gidip yatabilirim. Ertesl gun bir sehirde en sevdigim kesfetme gunu. Serseri yuruyus gunu. Bir nehrin kivrimlarinda suruklenircesine. Her kosebasi yeni bir kesfedis, surpriz.

Gece gayet iyi uyudum. Sabah otelin kahvaltisina baktim ama umit vermedi. Ben de sokaklarda yurumeye basladim. Ac iken cok yemek odakli oldugum icin bunu bir an once gecistirip daha rahat gezmek istedigimden ilk gordugum kafede bir seyler atistirdim. Hava bazen yagmurlu ama cok sıkı degil. O yuzden rahatim. Kimi zaman bir kafede kahve icip, bir yerde biseyler atistiriyorum. Sehir merkezinin tumu eski yapilar. Her yer tarih, sanat. Medicileri duymussunuzdur. Bu kente ortacagda sekil vermisler. Guc ve para icin kapali kapilar ardinda bir suru sey yapmislar. Bu konu derin bir konu ama bu yaptiklarini hafifletmek icin de kiliseler, sapeller yapmislar. Dini hikayeleri resmedip icerilerine kendilerini dahil etmisler falan filan. Kitaplar oyle yaziyor.


Sehir heykellerle de dolu. Yemekler ise tabiki Italyada oldugum icin harika. Her yedigimi anlatmayacagim ama iki sey, yok yok yedigim uc seyi en iyiler listesine alacagim. Birincisi kesinlikle bu hayatta yedigim en iyi seylerin baslarina yerlesecek olan yine Mercatodaki Da Nerbone'da yedigim mide, iskembe ve et karisimi sandvic ve corba. Muhtesem. Hic kokmuyor bizdeki gibi. Sakatat sevmeyenlere versen hapir hupur yerler.
Ikincisi sandvicler. Kocaman ekmegin arasina degisik sarkuteri urunlerinden kombinasyonlar yapip aliyorsunuz. Unlu olan dukkanlarin onunde uzun kuyruklar olusuyor.
Ucuncusu ise yaban domuzlu tagliatelle. 






25 Mart 2025 Salı

Floransa - 1


21 yıl önce, 4000km-Avrupa turunda, sadece bir gün uğradığım Floransa'dan aklımda 4-5 kare kalmıştı. Ponte Vecchio köprüsünün altındaki at eti satan kasap, görünmez iplerle kağıt bebeği dans ettirdiğini iddia eden adamdan bir kaç euro yediğim kazık, domuz eti yememek icin kırk takla atarken, Zafer'in bir Bolognese söyledikten sonraki tavrı ve Uffizi galerisi solumda iken bir daha bu şehire gelip buraya gireceğim konusunda verdiğim beyanat.

Bir sekilde bulduğum gidis-dönüş Bolonya ucak biletinden sonra Bologna'da otel ayarlamaya çalışirken 3 ay öncesinden otel kalmadığını görünce çok şaşırmıştım. Sebebini öğrenmeyi sonraya bırakıp ne yapabilirim diye harita üzerinde düşünürken, Floransa ve Modena'da kalma fikri harika geldi. Bologna'dan trenle yarım saatte gidiliyor gözüküyordu.

Günler günlerin ardında, seni unutmak mecburiyetindeyim derken günün geceye yetiştiği 21 martta Bologna'ya indim. Sehir merkezine gidip orada biraz vakit geçirip, Floransa'ya öyle geçerim derken tren grevi kendimi otobüs beklerken buldurdu. Neyse deyip hayatı yaşamaya koyuldum. 45 dk sonra gelen otobüsle sehir merkezine vardığımda aç ve yorgundum. Ciabbata arası salam ve peynirle bir kadeh beyaz şarap içip hoş geldin dedim kendime. Sonra tren garına yürümeye devam ettim. Planladığımdan geç geldiğim için bir an  önce Floransa'daki otelime varmak istiyordum. Tren garına gidince 3 ay önce 4 euro ve 30 dk olan seyahatin, en ucuzunun 9 euro oldugunu, 30dk olan sürenin de 1.5 saat olduğunu ögrendim. Hem biletler önceden satılmış hem de aslında 4 euro değilmiş sanırım. Üstüne üstlük bir de geç kalkınca biraz gerildim. Altı üstü 2.5 uçuş saatlik yer için sabahın 7 sinden beri yoldaydim, saat 1700 olmuştu. Hava kapalı yer yer yagmurlu. Aslına bakarsanız tren Toscana vadisinde güzel seyirler sunuyor. Adını bilmediğim ve şimdi haritayı açıp bakıp bilmişlik yapamayacağım bir nehir kıvrıla, coşa, durula hiç kirletilmemişçesine akıyor bazen bir köyün yanından bazen bir köprü altından bazen de hiç görünmeden. Prato denen bir yerde aktarma yapıyorum. Koşa koşa yetişiyorum diğer trene. Buradan 20 dk kaldı otelin tuvaletine oturmama. Daha sonra o kadar da uzun olmadığını anladığım caddeden nefesimi içime çeke çeke yürüyorum. İşte geldim kilise çanları eşliğinde...